asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İŞGALCİLERİN EKMEĞİNE YAĞ SÜRMEK DEMEKTİR Prof.Dr.M.Hayri KIRBAŞOĞLU
Hak mezhep, zulme karşı cihad ve direniş demektir, işgalcilerle işbirliği değil!... Günümüzde
hak-bâtıl, hidayet-dalalet ölçüsü şu veya bu mezhebe, fırkaya, tarikat
veya cemaate, şu veya bu akım veya eğilime mensup olmak değil, İslam’a
ve Müslümanlara yönelik siyasî, askerî, ekonomik ve kültürel tehdit,
işgal ve saldırılar karşısında kimin safında yer aldığına ve ne
yaptığına bakmaktır. Bu
itibarla İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırılara karşı koyan, tavır
alan, bu uğurda cihad görevini yerine getirmek için elinden geleni
yapanlar, Müslümanları parçalamak için değil, birleştirmek için
çalışanlar hidayet üzere olup Sünni, Şii, İbadi, Zeydi, Mutezili,
Selefi, Kadiri, Nakşi, Şazeli, Rufai ne olurlarsa olsunlar, mezhepleri
de, tarikatları de “Hak Yolda” demektir. Ama
tam tersi yönde gidenler hangi mezhebe, fırkaya, cemaate veya tarikata
mensup olursa olsunlar, kendileri “dalalet” üzere, mezhep, fırka,
cemaat veya tarikatları da “bâtıl yolda” demektir. Çünkü
bu gibiler bu şekilde hareket etmekle, açıkça İslam’ın bizzat varoluş
sebebi olan en temel konularda İslam’a ve Müslümanlara sırt çevirmiş
olmaktadırlar. Gidilen bu yolun Allah ve Rasulü’nün, Kur’an ve
Sünnet’in, Ehl-i Beyt’in ve ashab-ı güzin’in yolu olduğunu söylemek
için ya İslam konusunda son derece cahil ya da fevkalade kötü ve art
niyetli olmak gerekir. Zaten
tarih boyunca İslam Dünyası’nın felaketini hazırlayanlar da bu
gibilerden başkası olmamıştır, günümüzde de öyle!.. İşte bu yüzden
değil midir ki, bugün artık bu tür illetlerle malul bir Müslümanlıkla
yola devam etmek adeta imkânsız hale gelmiş olup, yeni bir Müslümanlık
tasavvuruna, daha doğrusu çarpıtılmış ve saptırılmış bir Müslümanlık
yerine İslam’ın sabitelerine sadık bir Müslümanlığın yeniden inşasına
acilen ihtiyaç vardır. Bu
Müslümanlığın mezhepleri de, ümmeti parçalayan değil, birleştiren bir
unsur olarak gören yeni bir bakış açısı geliştirme durumunda olacağı
aşikârdır. TARİHÎ
açıdan, ne Kur’an’ın nüzûl sürecinde, ne de Hz. Peygamber’in hayatta
olduğu dönemde herhangi bir mezhepten, fırkadan, cemaatten veya
tarikattan bahsetmek mümkün değildir. Zira
Kur’an’ın nüzûlü tamamlanıp da bir metin haline getirilmesi Hz.
Peygamber’den sonra gerçekleştiği için, bu metnin anlaşılması konusunda
farklılıkların ortaya çıkması da söz konusu olamazdı; çünkü vahyi alan
ve tebliğ eden Hz. Peygamber hayatta iken, böyle bir ihtilaf zaten
mümkün değildi. Son
zamanlarda yapılan araştırmalar, Kur’an’ın anlaşılmasındaki
ihtilafların sebeplerinden olan kıraat farklılıklarının da, geleneksel
anlatımda ileri sürüldüğü gibi Kur’an’ın farklı kıraatler şeklinde
indirilmiş olmasından değil, gelişimini henüz tamamlayamadığından,
hareke ve noktalamanın mevcut olmadığı bir yazıyla yazılmış olan
mushafın tabii olarak farklı şekillerde okunmasından kaynaklandığını
ortaya koymuş bulunmaktadır. Kısaca İslam’ın kurucu tecrübesi
içerisinde “mezhep, fırka, cemaat veya tarikat” denilebilecek bir
olguya rastlamak mümkün değildir. Bu
tespitten hareketle “mezhep, fırka, cemaat veya tarikat” olgusunun
dinin olmazsa olmaz bir unsuru olmaktan ziyade tamamen şartların ürünü
“tarihî” bir olgu olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zira başta Hz.
Peygamber olmak üzere Kur’an’ın nüzûlü ve İslam’ın teşekkülü sürecinin
canlı şahitleri olan ilk Müslüman neslin sona ermesi ile Kur’an’ın ve
Sünnet’in tarihi bağlamı konusundaki hayati önemi haiz bilgiler de
büyük ölçüde kayba uğramıştır. İşte bir yandan bu bilgilerin gelecek
nesillere tam olarak intikal etmemiş olması, diğer yandan Hz. Peygamber
döneminde mevcut olmayan yeni durumların ve meselelerin zuhuru, bunlara
dair İslamî çözümler üretme sürecini kaçınılmaz kılmış, bu noktada
izlenecek yol konusundaki epistemolojik ve metodolojik görüş
farklılıkları ise tarih içerisinde mezhepler, fırkalar, tarikatlar
şeklinde ortaya çıkmıştır. Mezhepçilik ateşini körükleyen üç kardeş: ABD, İngiltere ve İsrail Durum
özetle bundan ibaret olduğu halde, Müslümanlık için bir araç olan
mezhepler, fırkalar ve tarikatlar zaman zaman bir amaç haline
getirilebilmiş, Müslümanlar arasında ayrılık, çekişme ve parçalanmalara
yol açabilmiştir. Elbette bu süreçte şahsi, siyasî ve iktisadî çıkarlar
kadar, ben merkezcilik, ön yargılar ve taassup ta rol oynamıştır. Bu genel değerlendirme, sadece mezhepler için değil, çeşitli fırkalar, tarikatlar ve cemaatler için de aşağı yukarı geçerlidir. Diğer
yandan mezhepler ve fırkalar arasındaki farklılıkların özden, yani
dinin temel esaslarından ziyade teferruatta söz konusu olduğu, hatta
zannedildiğinin aksine, üzerinde ittifak edilen konuların ihtilaflı
konulardan kat kat fazla olduğu da genellikle gözden kaçırılmaktadır.
Ne var ki mezhep taassubundan kendisini kurtaramamış bir takım
müelliflerin, diğer mezhepler hakkında eksik veya yanlış bilgi vererek
ihtilafların abartılmasına yol açtıkları da acı bir gerçektir. Geçmişte
de günümüzde de mevcut bu hizipçi, mezhepçi, fırkacı zihniyete mensup
bazı çevrelerde, Müslümanların “73 fırka”ya ayrılması bir kader olarak
dahi gösterilebilmiştir. İşte
aslında İslamî ilimler konusunda uzman olan ulemâ arasında kalması ve
imkân nispetinde geniş halk kitlelerine yansıtılmaması için elden gelen
gayretin gösterilmesi gereken bu “mezhep” olgusu, maalesef geçmişte
olduğu gibi günümüzde de Müslümanlar arasında ayrılık, çekişme ve
düşmanlık kaynağı haline getirilmek istenmektedir. Bu ayrılık ve
çekişme değirmenine gönüllü olarak su taşıyanlar ise, içte mezhebi din
edinmiş mutaassıp çevreler, dışta ise mezhepçiliği kendi emperyalist
amaçları için bulunmaz bir fırsat olarak gören ve büyük bir keyifle,
hatta ağzının suyu akarak bu meseleyi sürekli kaşımaya çalışan dış
mihraklardır. Bu
mihrakların başını ise, herkesin bildiği gibi ABD, İngiltere ve İsrail
çekmektedir. Bu küresel hegemonya heveslilerinin İslam Dünyası’nda
mezhepçilik ateşini körüklemek için “Oryantalizm” adı altında yıllardan
beri sürdürdükleri birtakım çalışmalar yanında, son yıllarda Filistin,
Lübnan, Afganistan ve Irak işgallerine karşı İslamî direnişi kırmak
amacıyla “mezhepçilik” kartını siyasî olarak da oynamaya çalıştığı
açıkça görülmektedir. Bilhassa
bu küresel hegemonya heveslilerinin heveslerini kursağında bırakan Şii
dünyanın, İran’ın önderliğinde sergilediği güçlü anti-emperyalist
duruş, Nasrallah’ın Lübnan’da İsrail’e karşı gerçekleştirdiği zafer,
İran-Suriye-Lübnan hattında bir anti-emperyalist cephe oluşması, ama
asıl dikkat çekici olan, Sünni dünyanın her yerinde -elbette
yönetimleri kastetmiyoruz- bu cepheye tam bir destek verilmesi, hatta
Hizbullah ve Nasrallah rüzgârlarının her yerde esmesi, işgalciler ve
sömürgeciler açısından bir panik havası yaratmıştır. Nitekim bu panik
havası içerisinde, apar topar kendilerinin işbirlikçisi olan bazı
yönetimlerin dini kurumlarından Hizbulah karşıtı beyanat ve fetvalar
alarak, bu olumlu gelişmelerin önünü almaya çalışmışsa da, bunda
başarılı olamamışlardır. Şu
kadar var ki, bu işgalci sömürgecilerin şeytanî planları arasında bir
Sünni-Şii çatışması yaratma, öte yandan da işlerine hangisi gelirse ona
göre, bazen Şii, bazen de Sünni kesimleri destekleme stratejisinin de
bulunduğu herkese malumdur. Nitekim Irak’ta Şii ağırlıklı el-Maliki
hükümetiyle işbirliği yapan da, ama Irak direnişini kıramayınca bu defa
Şii kesimlere karşı direnişin omurgasını oluşturan Sünni kesimleri
destekleme planları yapan, hatta Sünni olarak değerlendirilen Baasçı
direniş gruplarıyla görüşmeyi dahi göze alabilen de aynı ABD’dir. Bize düşen “dinî-mezhebî” farklılıkları bir güç ve direniş kaynağı haline getirmektir İslam
Dünyası’nı işgal ve sömürü planlarını saklamayan, hatta bunları
dünyanın gözüne sokarcasına alenileştirecek kadar yüzsüzlüğü ve
pişkinliği ele alan Batılı küresel hegemonya heveslilerinin, İslam
Dünyası’nı bu işgal ve sömürü planlarına direnemeyecek kadar küçük ve
güçsüz parçalara ayırma peşinde olduğunu artık “Sağır Sultan” dahi
duymuş bulunmaktadır. Ortaçağ’da başlattıkları Haçlı Seferleriyle
ortadan kaldıramadıkları İslam Dünyası’nı, XX. Yüzyıl’ın başlarında
İngiltere tarafından tezgâhlanan ve Osmanlı Devleti’nin parçalara
ayrılması ve İsrail’in temellerinin atılmasıyla sonuçlanan İkinci Haçlı
Seferi dalgası ile parçalara ayıran Yahudi-Hıristiyan(Judeo-Chretien)
Batı; XXI. Yüzyıl’ın başında Neo-Con Evanjeliklerin
önderliğinde, İngiltere ve İsrail’in desteğinde düzenlediği üçüncü
dalga Haçlı Seferi ile bu parçaları daha da küçük parçalara ayırarak
kolay yutulur birer lokma haline getirme peşinde olduğunu saklama
ihtiyacı bile hissetmemektedir. İngiltere
öncülüğündeki Haçlı Seferi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak için
kullanılan araç, ağırlıklı olarak “etnik” farklılıkların kaşınması idi.
Bu üçüncü dalga Haçlı Seferi’nde parçalanmış olan İslam Dünyası’nı daha
da küçük parçalara ayırmak için kullanılacak olan aracın, “etnik”
farklılıklar yanında, ağırlıklı olarak “din ve mezhep” farklılıklarını
kaşımak olduğu gören gözlere gizli değildir. Artık dünyada herkesin
bildiği, duyduğu ve gözleriyle gördüğü bu kirli planlar ve atılan
adımlar bir gerçek olduğuna göre, bu noktada herkese, ama öncelikle
hedefteki biz Müslümanlara düşen, bu oyunları bozacak adımlar atmaktır. İslam
Dünyası’na yönelik saldırıların aktörleri olan Batılı sömürgeci ve
işgalciler, amaçlarına ulaşabilmek için askerî işgal ve yıkım yanında
“etnik” ve “dinî-mezhebî” farklılıkların kaşınmasını da bir silah
olarak kullandıklarına göre, bize düşen de silahlı direniş kadar,
“etnik” ve “dinî-mezhebî” farklılıkları bir ayrılık değil, tam aksine
bir güç ve direniş kaynağı haline getirmektir. Askerî
direniş(cihad) her Müslüman’ın en önde gelen görevi olduğundan, hele
günümüzde öncelikli bir farz haline geldiğinden, kadın-erkek,
genç-ihtiyar, fakir-zengin, âlim-câhil her Müslüman bu konuda kendi
konumuna ve imkânlarına göre mutlaka bir şeyler yapmakla mükelleftir.
Mamafih konumuz her ne kadar meselenin bu yönünden ziyade “etnik” ve
“dinî-mezhebî” farklılıkların kaşınması tehlikesi olsa da, bu meselede
Müslümanların takınacağı tavrın da bu cihad görevinin çok önemli bir
parçası olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Dinî-mezhebî ayrımcılıkları kaşımak isteyen şer odaklarına karşı izlenilecek tavırlar İslam
Dünyası’na yönelik işgal ve sömürü uygulamalarını kalıcı hale getirmek
isteyen yeryüzünün “kontrolsüz güçler”inin bağrımıza saplamak istediği
bir hançer olan “ırkçılık, kavmiyetçilik, milliyetçilik, ulusçuluk”
gibi etnik ideolojiler karşısında “Müslüman Renk Körüdür” sloganıyla
karşı koymak ve ırkı, rengi, dili, cinsi, bölgesi ne olursa olsun bütün
Müslümanların kardeş olduğuna “iman etmek” gerektiğine dair
görüşlerimizi daha önce sizlerle yine bu sayfalarda paylaşmıştık.
Geriye “dinî-mezhebî” ayrımcılıkları kaşımak isteyen bu şer odaklarına
karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusu kalmaktadır ki,
teorik ve pratik olarak izlenmesi gereken yol, kanaatimizce şu şekilde
olmalıdır: BİR… Dinî
alanda görülen mezhep, fırka, tarikat vb. dinî gruplar şeklindeki
farklılıklar, İslam’ın emri veya olmazsa olmazı değil, tarihi ve sosyal
şartların kaçınılmaz sonucudur. Dolayısıyla mezhep ve fırkalar İslam’da
aslî değil, ârızî bir durumdur. İslam’ın Tevhid dini olması, yaratıcı
olarak tek bir Allah’a kulluk edilmesi anlamına geldiği kadar,
Müslümanların -farklı değil- aynı İslamî esaslara iman edip bunlarla
amel etmeleri gerektiği anlamına da gelir. İKİ… İslam’da
Müslümanların -iman, ibadet, toplum, hukuk vb.- hemen her alanda vahdet
ve kardeşlik bağlarını gözetmesi ve koruması Müslümanlıklarının zorunlu
bir parçası ve gereğidir. Bu konuda onların sloganları “Bütün
Müslümanlar sadece ve sadece kardeştir” ayetidir. Dolayısıyla tarihsel
birer form olan mezhep, fırka, cemaat ve tarikatlar, evrensel İslam
kardeşliğine zarar vermedikçe meşrudur; aksi takdirde İslamî olmaktan
çıkarak gayr-ı İslamî bir niteliğe bürünür. Hatta Şeriatî’nin
ifadesiyle “Dine karşı Din” halini alabilir. Dolayısıyla mezheplerin
parçalayıcı değil, birleştirici bir rol oynama konusunda fevkalade
hassasiyet göstermeleri gerekir. Aksi takdirde Allah’ın(c.c) Kur’an-ı
Kerim’deki “Dinlerini çeşitli fırkalara ayırarak paramparça edenler
gibi olmayın” uyarısının muhatabı olmaktan kurtulamazlar. ÜÇ… Gerek
yaşanan tarihi tecrübeler, gerek günümüzde görülen -yukarıda
bahsettiğimiz- gelişmeler; mezhep, fırka, tarikat, cemaat vd. dinî
gruplaşmalar şeklinde ortaya çıkan farklılıkların, sadece İslamî
ilimler ve İslam düşüncesini ilgilendiren bir mesele olmadığını, en az
bu boyutu kadar, siyasî yönü de olan bir olgu olduğunu göz ardı etmemek
gerekir. Dolayısıyla meseleye sadece teolojik değil, “teo-politik” bir
gözle bakmak gerektiğini asla unutmamakta fayda vardır. DÖRT… Müslümanlar
arasındaki bu tür farklılıkları dinen adeta bir zorunluluk, hatta
kaçınılmaz bir kader gibi göstermek için asırlardır başvurulan
“Yahudilerin 71, Hıristiyan’ların 72 fırkaya ayrıldığı, Müslümanların
ise 73 fırkaya ayrılacağı” veya “Ümmetin ihtilafının rahmet olduğu”
şeklindeki rivayetler; günümüzde yapılan kapsamlı araştırmalar
tarafından da ortaya konduğu üzere, gerek kaynakları ve isnatları
açısından delil olamayacak kadar problemli olması, gerekse tarihi
gerçeklere ters düşmesi bakımından, ama hepsinden önemlisi, daha önceki
ümmetlerde olduğu gibi dinin fırkalar halinde parçalanması bizzat
Allah(c.c) tarafından yasaklandığı için, gerçeği yansıtması söz konusu
değildir. Dolayısıyla artık Kur’an’ın konuyla ilgili uyarılarını bir
tarafa bırakıp, bu gibi güvenilmez rivayetlere sarılma yanlışına da son
verilmeli, ihtilafı değil, ittifakı olabildiğince ilke edinilmelidir. BEŞ… Mezhepler
konusunda dışlayıcı değil, kapsayıcı ve kuşatıcı olmak gerekir. Bu
hedef doğrultusunda, delil olması mümkün olmadığına işaret ettiğimiz 73
fırka rivayetleri gibi rivayetlerin telkin ettiği gibi, Ehl-i Sünnet’i
merkeze alan, onu toptancı bir mantıkla “Fırka-i Nâciye”, onun
dışındakileri ise “Fırak-ı Dâlle (Sapık Fırkalar)” olarak gören
anlayışa kesin olarak son vermeli, bütün İslam mezheplerinin
meşruiyetleri kabul ve itiraf edilmelidir. Bu konuda “Ehl-i Sünnet”
veya “Fırka-i Nâciye” olmayı bir etiket, belli bir grubun tekelindeki
bir imtiyaz olarak değil de bir nitelik olarak gören, buna bağlı olarak
“Şii, Sünni, İbadi, Zeydî veya Mutezili olsun, kim Kur’an ve Sünnet’e
uyarsa Ehl-i Sünnet de, Fırka-i Nâciye de o’dur” diyen, daha doğrusu
hak yolda olmayı ve kurtuluşa ermeyi bir gruba mensubiyette değil,
Kur’an ve Sünnet’e bağlılıkta arayan bir anlayışın geliştirilmesine
âcil bir ihtiyaç vardır. Aslında İslam’ın ilk asırlarında da mevcut
olan, günümüzde de mesela Zeydîler tarafından sürdürülen bu anlayışın
yeniden diriltilmesi ve güçlendirilmesi gerektiğinde kuşku yoktur. ALTI… İşin
doğrusu mezhepler ve fırkalar arasında İslam’ın temel esasları ve
uygulamaları açısından fevkalade bir farklılıktan söz etmek de oldukça
zordur. Zira mezhepler arası farklar, yaygın kanaatin iddia ettiği gibi
adeta bir “uçurum” niteliğinde değildir. Tam aksine bu farkların, aynı
mezhep içerisindeki görüş farklılıkları düzeyinde olduğu dahi
söylenebilir. Ciddi bir fark gibi görünen pek çok hususun aslında
İslamî ilkelerden değil, tarihî, felsefî, politik yaklaşım
farklılıklardan ibaret olduğu da ileri sürülebilir. (Nitekim önce
“Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi” adıyla, kendi mezhebine dair
eleştirel bir eser yazan Ahmed el-Kâtib, ardından Selefiliği, onun
ardından Sünniliği benzer bir şekilde eleştirel olarak ele aldıktan
sonra, son olarak Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki farkların dinî değil,
tarihî ve siyasî olduğunu savunan bir eser yazmakla bu konuda fevkalade
önemli bir katkıda bulunmuştur. Ahmed el-Kâtib, eserleri ve görüşleri hakkında bkz. www.alkatib.co.uk.) YEDİ… Günümüz İslam Dünyası’nda da mevcudiyetini sürdüren İmamiye Şiası, Ehl-i Sünnet, İbadiyye, Mutezile ve Zeydiyye gibi -bazısı
ölü mezhep zannedilen- kelam mezhepleri; Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli
gibi fıkıh mezhepleri; Rufai, Kadiri, Nakşi, Şazeli vd. tarikatler;
Selefilik, Ehl-i Kur’an, Ehl-i Hadis, Yenilikçiler, Gelenekçiler gibi
çağdaş akımlar ve daha pek çok alt kategorilere rağmen, Mağrib’ten
Maşrık’a (Fas’tan Endonezya ve Malezya’ya), kuzeyden güneye (Orta
Asya’dan Yemen ve Güney Afrika’ya), Balkanlardan Avrupa, Amerika ve
Avustralya’daki Müslüman topluluklara varıncaya kadar nereye giderseniz
gidiniz, gündelik hayatta yaşanan İslamî pratikler bakımından ciddi bir
fark göremezsiniz. Zaman
zaman fark olarak dile getirilenler, gerçekte “fark” olarak dahi
nitelendirilmesi hayli zor olan, son derece teferruat kabilinden
farklılıklardır. O kadar ki, çok uzun süre arkadaşlık edip, beraber
çalıştığınız, işbirliği yaptığınız bir arkadaşınızın farklı bir mezhep
geleneğinden geldiğini bile genellikle tesadüfen öğrenirsiniz. Çünkü
Allah bir, Peygamber bir, Kur’an bir, cihad bir, ezan bir; namaz, oruç,
zekât, hac bir, ahlak esaslarımız bir; helal-haram bir, hatta örf
âdetler bile birdir… Memleketiniz,
ırkınız, renginiz, diliniz, kültürünüz ne kadar farklı olursa olsun,
dünyanın herhangi bir yerindeki Müslümanlarla bir araya geldiğinizde
yabancılık duymazsınız, bilakis kendinizi kardeşleriniz arasında
hissedersiniz, onlardan fevkalade bir misafirperverlik ve destek
görürüsünüz, asla aç ve açıkta, yolda kalmazsınız, dışlanmazsınız, hele
bir mezhep ayrımcılığına kolay kolay maruz kalmazsınız. (Elbette bu,
sayılanların hiçbir istisnası olmadığı anlamına gelmemektedir.) SEKİZ… Bilhassa
son yüzyıldaki sosyo-kültürel ve ekonomik gelişmeler, özellikle son
yıllarda iletişim alanında görülen baş döndürücü gelişmeler, İslam
toplumları arasındaki siyasî sınırların kolaylıkla aşılmasına, buna
bağlı olarak farklı coğrafyalardaki farklı geleneklerin birbirleriyle
kolaylıkla temasa geçmesine, birbirlerini tanımasına, karşılıklı
alış-verişte bulunmasına yol açmış, bu da geçmiş asırlarda mezhepler ve
fırkalar arasında örülmeye çalışılmış olan duvarların yıkılmasını
hızlandıracak bir sürece yol açmış görünmektedir. Mesela
İran İslam Devrimi’nden sonra, İmami Şii geleneğe mensup ilim ve fikir
erbabının, entelektüel ve sanatçılarının eserlerinin İslam Dünyası’nın
her yerine yayılması, tercümelerin yapılması; karşılıklı ziyaretlerin
ve müşterek ilmi-fikri toplantıların yapılması; keza Çağdaş İslam
Düşüncesi’nde görülen Mısır ve Hind-Pakistan eksenli gelişmelerin yine
bütün İslam Dünyası’nda yankı bulması; Hind-Pakistan bölgesinin Hanefi,
Hicaz’ın Hanbeli-Selefi, Kuzey Afrika’nın Maliki, Ortadoğu’nun Şafii
geleneklerinin bu suretle harmanlanması; diğer yandan farklı
coğrafyalardan farklı geleneklere mensup ilim ve fikir adamlarının
eserlerinin İslam Dünyası’nın her yerinde boy göstermesi; her biri
farklı gelenek ve eğilimlere sahip olan Afgani, Abduh, İkbal, Reşid
Rıza, Şibli Numani, Emin el-Hûlî, Halefullah, Emir Ali, Hasan el-Bennâ,
Mevdudi, Sibai, Malik b. Nebi, Şeriati, Mutahhari, Muhammed Bakır
es-Sadr, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Hasan Hanefi, Muhammed Âbid
el-Câbiri, Abdulkerim Suruş, Muhammed İzzet Derveze, Maruf Devalibî,
Hasan Turabi, Raşid el-Ğannûşî, Seyyid Sâbık, Suleyman en-Nedvî, Ebû
Zehra, Mustafa ez-Zerkâ, Roger Garaudy, Aliya İzzetbegoviç, Perviz
Manzur, İsmail Râci Fârûkî, Abdulhamid Ebû Suleyman, Nâsır Hâmid Ebû
Zeyd, Ferid İshak(Farid Esack) ve daha nicelerinin eserlerinin farklı
İslamî kültür ve geleneklere mensup kitleler tarafından rahatlıkla
benimsenmesi, aslında mezhep taassubundan uzak geniş halk kitlelerinin,
kendi haline bırakıldığı takdirde, farklılıkları bir zenginlik olarak
görme eğiliminde olduğunu gözler önüne sermektedir. DOKUZ… Elbette
bu, eski ve yeni bütün İslamî mezheplerin, fırkaların, tarikatların,
cemaat ve grupların hakikate yakınlıkta aynı mesafede olduğu şeklinde
post-modern bir bakış açısını savunduğumuz anlamına gelmemektedir. Kuşkusuz
İslam’ın sabit hakikatleri vardır ve mezhep ve fırkalar, tarikat ve
cemaatler bu hakikatlere yakınlığı nispetinde değer ve itibar
kazanırlar. Ancak İslam’ın sabitelerine sadakat ve bağlılık mücerret
iddialardan ziyade, teorik ve pratik plandaki gerçeklerden hareketle
belirlenebilecek bir şeydir. Bu sebeple mesela İslam Dünyası’na yönelik
son sömürgeci işgaller karşısında izlediği en ilkeli direniş
politikalarıyla İran, Lübnan’da ise Hizbullah, bu alanda İslamî
öğretiye uygun hareket etmekle aslında tam ters yönde hareket ederek
işgalcilerle işbirliği yapan veya kendi iktidarları için işgalcilere
boyun eğen Sünni yönetimlerden çok daha fazla “Ehl-i Kur’an ve Sünnet ”
ünvanını hak etmektedir. Çünkü Allah ve Rasulü’nün yolundan gitmek,
düşmanlarla işbirliği yapmak, onlara boyun eğmek, işgale direnenlere
karşı fetva vermeyi değil, tam aksi yönde hareket etmeyi gerektirir.
Keza Fransa’daki başörtüsü yasağını destekleyen veya kendi iktidarının
zulüm ve haksızlıklarına ses çıkarmayan bir “el-Ezher” bu açılardan
asla Ehl-i Sünnet olarak nitelendirilemez. Ülkemizde
de kendi cemaatini potansiyel birer terörist gibi görmek anlamına gelen
terör hutbe ve vaazlarıyla Müslümanların izzet ve şerefini rencide
eden, diyalog toplantılarında boy gösteren, ama bu toplantılarda
küresel hegemonların zulüm ve işgalleri aleyhine tek kelime dahi
söylemeyen bir Diyanet yönetimi de, bu bakımdan gerçek anlamda bir
Ehl-i Sünnet olamaz. Keza ülkemizde başörtüsü bir teferruat diyerek
mensuplarının hanımlarının başlarını açmalarını telkin ederek,
başörtüsü konusundaki baskı, haksızlık ve zulümleri adeta destekleyen,
ılımlı İslam projelerinin taşeronluğunu üstlenen bir kesimin de bu
noktada kendilerini Ehl-i Sünnet olarak nitelendirmeye hakkı yoktur.
Ama aynı şekilde ne Irak’taki ABD işgal güçleriyle anlaşıp işbirliğine
giden Şii kesimler, kendilerini Ehl-i Beyt taraftarı, ne de aynı
güçlerle işbirliğine giden Sünni Kürtler kendilerini Sünni olarak
nitelendirme hakkına sahiptirler; zira Ehl-i Sünnet veya Ehl-i Beyt
taraftarı olmak, zalim küffarın değil, mazlumların safında yer almayı
gerektirir. Yine
Irak’taki işgal güçleriyle işbirliği yaparak elde ettiği paralarla sık
sık Hacc’a veya Umre’ye gitme modasından bahseden bir yazarın da ifade
ettiği gibi, işbirlikçiliği bırakıp tevbe edeceği ve ülkesini işgalden
kurtarmak için çaba sarf edeceği yerde ortada işgal yokmuşçasına Hac ve
Umre ibadeti ile uğraşan, cihad farzını terk edip, farz bile olmayan
mükerrer Hac ve Umre’ye gitmeyi Allah’a kulluk zanneden bir anlayışın
neresi “hak” olabilir? Hz. Peygamber’in(sav) imandan sonra en üstün
amel olarak cihadı, ondan sonra Hacc’ı gösterdiği rivayetlere de dikkat
çektikten sonra, ulemadan bazılarının çıkıp da, Irak işgali sona
erdirilmedikçe, cihad farzını bırakıp da Hac ve Umre’ye gidilmesini
yasaklayan bir fetva vermesini isteyen yazar (
< ="" ="text/">
\n [email protected]< ="" ="text/">
Bu ePosta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir
< ="" ="text/">
Bu mail adresi spam botlara karşı korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır ) haksız mı, yoksa yanlış mı düşünüyor? Öte
yandan mesela Sünni bir İslam ülkesi kabul edilen memleketimizde, ezan,
abdest, namaz, oruç, zekât, hac, sadaka, helal-haram kavramlarına
yabancı, cinayet, hırsızlık, zina, fuhuş, yalancılık, iftira gibi her
türlü kötülüğe gırtlağına kadar batmış, haksız kazanç, lüks, şöhret,
şehvet ve sefaletten başka bir düşüncesi olmayan, hatta her gün İslam’a
ve Müslümanlara dolaylı veya doğrudan hakaret etmeyi iş edinmiş olan
“Sünniler”in, gerçekte Hz. Peygamber’in sünnetini ağızlarına almaya
hakları olabilir mi? Bu
gibilerin, sırf Sünni bir toplumda doğdukları ve geleneksel olarak
kendilerini Sünni olarak kabul ettikleri için, bütün bu İslam’a aykırı
uygulamalarına rağmen onları “Fırka-i Nâciye” olan Ehl-i Sünnet
şeklinde nitelendirebilir miyiz? Gerek
etnik olarak ayrımcılık yapanları -Arap, Türk, Kürt, Fars vs.
milliyetçilikleri peşinde koşanları- gerek mezhep taassubu ile hareket
edip işi gücü kendisi gibi düşünmeyen Müslümanları tekfir etmek
olanları da mı “Fırka-i Nâciye” olan Ehl-i Sünnet şeklinde göklere
çıkaracağız? Bu takdirde Kur’an ve Sünnet’e bağlılık meselesini göz
ardı etmiş, Müslümanlığı ayağa düşürmüş olmayacak mıyız? ON… Peki,
bir mezhebin, fırkanın, tarikat veya cemaatin, bir akımın veya eğilimin
İslamî sabitelere yakınlığı konusunda bugün göz önünde bulundurulması
gereken kriter(ler) nedir? Kanaatimizce
bu konuda en makul yaklaşım, İslam’ın amaçları ve hedefleri açısından
meseleyi ele almaktır. İslam’ın en genel amaçlarının yeryüzünde can,
mal, akıl, nesil ve din’i koruma altına almak olduğu şeklindeki
geleneksel tespite katılarak diyebiliriz ki, günümüzde hangi mezhep ve
fırka, tarikat ve cemaat, akım ve eğilim olursa olsun, şayet bu İslamî
amaç ve hedeflere aykırı bir yaklaşım içerisinde ise veya bu yaklaşım
içerisinde olanları destekliyor, onların ekmeğine -onlara karşı
mücadele etmemek vb. suretle- yağ sürüyorsa, hele hele İslam Dünyası’nı
boğmak isteyenlerin çeşitli projeleri içerisinde taşeronluk yapmaktan
bile çekinmeyecek kadar pervasız davranabiliyorsa, bu gibilerin ne
Ehl-i Beyt’ten ne de Allah Rasulü’nün sünnetinden bahsetmeye hakları
olmasa gerektir. Dolayısıyla günümüzde binlerce, on binlerce, yüz binlerce, hatta milyonlarca
Müslüman’ın katledilmesine seyirci kalan, bu katliamların failleriyle
diyalog ve işbirliği yapan, İslam Dünyası’nı bu mücrimlerin istediği
şekilde şekillendirmek için demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramları
istismar ederek kirletmekten çekinmeyen kesimler, istedikleri kadar
kendilerini İslamî bir fırka, mezhep, tarikat veya cemaat olarak
nitelesinler, istedikleri kadar Ehl-i Beyt ya da Ehl-i Sünnet taraftarı
olduklarını iddia etsinler, diledikleri kadar diyalog,
hoşgörü, sevgi, barış ve kardeşlik sözcüklerini dillerine pelesenk
etsinler, netice değişmeyecektir: Onlar hak yolda değil, bâtıl bir
yolda yürümektedirler, gittikleri yolun ne Kur’an ile ne de Sünnet ile
alakası yoktur. Öte
yandan bir fırka, mezhep, cemaat veya tarikat İslam düşmanlarına karşı
cihad edenleri; dinleri, canları, malları, toprakları, kültür ve
medeniyetleri uğrunda direnişe geçenleri “terörist” olarak
göstermekten, nitelemekten, damgalamaktan çekinmiyor ve bu suretle de
zâlim işgalcilerin safında yer alabiliyorsa, bu gibilerin de
kendilerini Ehl-i Beyt ya da Ehl-i Sünnet olarak tanımlama hakları
olamaz. www.haberajanda.com sitesinden alıntılanmıştır.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|