Yazanlarda |
|
ilahibilgi Ozel Grup
Katılma Tarihi: 18 nisan 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 214
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntı:
Salat Kuran'ın en temel kavramlarından biridir. İnananların temel özelliği olarak anlatılmaktadır.
23/1-4 , Felaha ulaştı o müminler ki onlar salatlarında itaatkardırlar. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. onlar arınıp yücelmek için yaparlar. (zekatı verirler)
22/35 , Onlar öyle kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Başlarına gelene sabrederler, salatı ikame ederler ve kendilerine verdiğimiz şeylerden harcarlar.
24/37 , Onlar ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah'ın zikrinden , salatı ikame etmekten ve zekat vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar ,kalplerin ve gözlerin ters döneceği bir günden korkarlar.
35/29 , Allah'ın kitabını okuyanlar ,salatı ikame edenler, ve kendilerine verdiğimiz rızıkdan gizli ve açık sarf edenler, asla zarara uğramayacakları bir ticaret umarlar.
98/5 , Oysa kendilerine dini yalnız Allah'a halis kılarak , Allah'ı birleyenler olarak ona kulluk etmeleri,salatı ikame etmeleri, zekatı vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur.
Salatı ikame etmeyenlerin durumu ise şöyle özetleniyor.
19/59 , Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki salatı zayi ettiler , şehvetlerine uydular. Azgınlıklarının cezasını çekecekler.
74/41-47 , Suçlulardan sorarlar sizi yakıcı ateşe ne sürükledi? Derler ki : Biz salat edenlerden olmadık,yoksula da yedirmezdik, ceza gününü yalanlardık, sonunda bu haldeyken ölüm bize gelip çattı.
75/31-32 , Ne doğruladı , ne de salat etti. Fakat yalanladı ve yüz çevirdi.
Allah'ın bu kadar önem verdiği salat ve salatı ikame etmek kavramları ne manaya geliyor? Kavramlar önce kelime manaları ile kullanılıp daha sonra kavramlaştıklarında kelime manaları unutularak yeni manalar yüklenebilmektedir. Kuran indiği dönemde kelime manasıyla anlaşılan ve Kuranın yüklediği mana ile kavramlaşan sözler daha sonra dar kalıplara sıkıştırılmak suretiyle gerçek manalarından soyutlanabilmektedir. Kuran ışığında salat kavramını incelerken de dar kalıplar,dogmalar ile meseleye yaklaşmamak için salatın kelime manasına ve bu manaların Kuran'da kullanılma örneklerine bir göz atalım.
Salat : Arkasından gitmek, arka çıkmak, destek olmak, dua etmek (çağırmak) manalarına gelmektedir.
İkame etmek : Ayağa kaldırmak , yeniden diriltmek , icra etmek demektir.
33/56 , Allah ve melekler resule salat ederler (arka çıkar, destek olurlar) ey müminler siz de ona salat edin (arka çıkın destek olun) selam edin (güvenliğini sağlayın)
33/43 , O (Allah) sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için salat etmektedir (destek olmakta, yardım etmektedir) , melekler de. O (Allah) müminlere rahmet eder.
9/103 , Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onları temizleyesin , arıtasın ve onlara salat et.(destek ol,arka çık) Senin salatın (desteğin) onları yatıştırır. Allah işitendir, bilendir.
11/87 , Ey Şuayip dediler senin salatın mı (arkasından gittiğin, arka çıktığın şeymi) sana babalarımızın kulluk ettiklerinden yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor. Oysa sen yumuşak huylu ve akıllısın.
20/14 , Muhakkak ki ben ben Allah'ım benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et benim zikrim için salatı ikame et. (desteğini ayaklandır )
29/45 , Kitaptan sana vahyedileni oku ve salatı ikame et . (Onun arkasından giderek ona desteğini ayaklandır.) Çünkü salat ( vahyin arkasından giderek ona destek olmak ) kötü ve çirkin şeylerden alıkoyar. Allah'ın zikri (Kuran) elbette en büyüktür.
3/38-39 , Orada Zekeriya rabbine dua etmişti. Rabbim demişti bana katından temiz bir nesil ver. Sen duayı işitensin.Zekeriya mihrapta kalkmış salat (dua ) ederken melekler nida etti "Allah sana Allah'dan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi, kendine hakim ve Salihlerden bir nebi olarak Yahya'yı müjdeler.
Yukarıdaki ayetlerin üzerine biraz düşünelim. ( 47/2 Onlar Kuran'ı düşünmüyorlar mı?Yoksa kalpleri kilitli midir?)
33:56. Allah ve melekleri, resule çok salat ederler. Ey müminler! Sizde ona salat edin selam edin
Allah'ın resulü Hz. Muhammet kendisine indirilen vahyi insanlara duyurmaya ve Allah'ın dinini yaymaya başladıktan sonra gerek müşrikler gerek münafıklar ona karşı savaş açmışlar ve onunla mücadeleye girmişlerdir.
22:72. Âyetlerimiz açık açık kendilerine okunduğunda, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar, kendilerine âyetlerimizi okuyanların neredeyse üzerlerine saldırırlar.
68:51. O inkâr edenler Zikri (Kuran'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. Hâla da "Hiç şüphe yok o bir delidir" derler.
41:26. İnkâr edenler: Bu Kuran'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız dediler.
Allah resulü bir konuda karar verdiğinde ona muhalefet ederek fitne oluşturmaya çalışan münafıklar var. Hatta bunlar bir mescit kurarak fitneyi yaymaya çalışıyorlar.
9:107. (Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka bir şey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.
Böyle bir ortam var ve Allah ile melekler resule salat ediyorlar. Ve müminlerde resule salat ederek onu Esenlik,güvenlik altına alıyorlar. Aynı zamanda Allah müminlere de salat ediyor.
33/43 , O (Allah) sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için salat etmektedir (destek olmakta, yardım etmektedir) , melekler de. O (Allah) müminlere rahmet eder.
Şimdi bu salatın bir tezahürünü Kurandan nakledelim.
8:9. Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.
8:10. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı.Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
8:11. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek,şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.
8:l2. Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına! diye vahyediyordu
Resulün sağlığında müminlerin ona salat ve selam etmeleri ona arka çıkmak destek olmak ve onu güvenlik altına almak olarak anladık . Peki şimdi resule salat ve selam etmek nasıl olacak diye bir soru akla gelebilir. Hz. Muhammet'e saldırılar, onu olduğundan farklı gösterme eğilimleri devam etmiyor mu? Onun adını kullanarak din tahrif edilmiyor mu? Öyleyse onun risaletine sahip çıkarsak ve onun ahlakıyla ahlaklanırsak ancak böylelikle ona salat etmiş oluruz diye düşünüyorum. Onun risaleti: Kuran, ahlakı ise kuran ahlakı idi.
9:103. Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. ve onlara salat et . Çünkü senin salatın onları yatıştırır. Allah işitendir, bilendir.
Allah'ın resulü Hz. Muhammet müminler ile daima dayanışma içinde olmuştur. Her konuda onlarla istişare etmiş onlara destek olmuş yani salat etmiştir. Allah'ın resulünün desteğini arkasında gören bir mümin için bunun ne kadar önemli olduğu tartışmasızdır. Her insan gibi Allah'ın resulü de ölmüştür. (21:34-35) Onun salatını kazanmak için onun risaletine (Kuran'a ) tabi olmak ona salat etmek yani arkasından gitmek gereklidir.
11:87. Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın kulluk ettiklerini, yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salatın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!
Ayette geçen hadiseyi şöyle bir gözümüzde canlandıralım. Şuayip AS. Allah'ın kendisine vahyettiklerini toplumuna iletiyor. Onlara babalarınızın kulluk ettiği tabi olduğu şeylerden vazgeçin ölçü ve tartıda hile yapmayın. Öksüzün, yetimin, yoksulun hakkını yemeyin . Allah'a kulluk edin .Allah'ın vahyine tabi olun diyor. Toplumun ileri gelenleri şaşkın ey Şuayip diyorlar sen halim selim bir insandın bizim işlerimize karışmazdın sana ne oldu da böyle oldun sana salatın mı böyle yapmanı bizim düzenimizle uğraşmanı emrediyor? diyorlar. Dikkat edersek burada salat din anlamını çağrıştırmaktadır. Şuayip AS.ın Arkasından gittiği, arka çıktığı destek olduğu Allah'ın emirleri, Allah'ın düzenidir. Yani onun dinidir.
20:14. Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; benim zikrim için salatı ikame et.?
Allah'ın zikri için salatı ikame etmek emrediliyor. Peki Allah'ın zikri nedir
54:17-22-32-40. Andolsun biz Kuran'ı öğüt (zikir) alınsın diye kolaylaştırdık. öğüt (zikir) alan yok mu?
36:69. Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. O sadece bir öğüt (zikir)ve apaçık okunandır.
Zikir öğüt manasına geliyor. Allah'ın öğüdü yani kurandır.
15:9. Zikri (Kuran'ı) kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. Allah'ın zikri: Kuran olduğuna göre kuran için salat etmek nasıl olacaktır? Elbette ki Kurana tabi olmak, hükümlerini yerine getirmek ve onun için mücadele etmek ile Allah'ın zikri için salat edilmiş olacaktır.
Allah'ın her şeye gücü yeter. O ol dediği zaman her şey olur. Öyleyse onun kitabının, onun değerlerinin destek olmaya, arka çıkmaya ihtiyacı da yoktur. Ancak insanların imtihan için dünyaya gönderilmeleri uygun görülmüştür. Salatı ikame etmeleri, zekatı vermeleri, karşılaştıkları müşküllere sabretmeleri imtihanı kazanmak için yapmaları emredilen şeylerdendir.
29:2. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
29:3. Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.
29:45 Kitab'dan sana vahyedileni oku ve salatı ikame et.(onun arkasından giderek ona desteğini ayaklandır.) Muhakkak ki, salat, ( vahyin arkasından gitmek ) hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ın zikri elbette en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.
Allah'ın zikri için salat etmeyi emreden Allah bunun nasıl olması gerektiğini de tarif ediyor. "Kitaptan sana vahyedileni oku !" Kitabı bilmeyen ,onunla donanmayan bir insan nasıl onun için salat edecek? İnanan bir insan kendisini vahiy ile muhatap kabul eder ve onun arkasından giderse bu yaptığı eylem ona hayasızlık ve kötü işler yapmaya müsaade eder mi? Kuran "103:1-2-3- Asra and olsun ki İnsan hüsrandadır , ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hak ile ve sabır ile tavsiye edenler müstesnadır." diyecek ve ona tabi olan mümin iyi ameller yerine kötü ve çirkin işler yapacak mümkün mü?
43:36-37-38Kim Rahmân'ın zikrinden: Kuran'dan gafil olursa ona bir saptırıcıyı musallat ederiz. Artık o onun arkadaşı olur. O saptırıcılar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Kişi Kuran'ı okurken dahi ondan gafil, habersiz olabilir. Eğer düşünerek, anlayarak ve öğüt alarak okumuyorsa
3:38. Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti: Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin, dedi. 3:39. Zekeriyya mihrapta kalkmış salat (dua) ederken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve Sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.
Şu ana kadar salat kavramının arka çıkmak arkasından gitmek destek olmak manalarının üzerine vurgu yapıldığını gördük. Salatın birde dua manası vardır. Dua genel manada çağırmak, davet etmek anlamına özelde Allah'ın yardımını çağırmak, Allah'a niyaz etmek anlamına gelir. Zekeriya AS. Mihrapta salat ederken melekler ona nida ediyorlar. Burada Zekeriya AS. niyaz halinde olduğu anlaşılıyor.
7:55. Rabbinize boyun bükerek gizlice dua edin . O haddi aşanları sevmez.
25:77. De ki: duanız olmazsa, Rabbim size ne diye değer versin? Yalanladınız onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!
2:186. Kullarım sana, beni sorarsa : Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin duasına karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. Salatı ikame etmek nasıl mümkün olur?
16:89. Sana bu kitabı , her şeyi açıklayan , Müslümanlara yol gösterici rahmet ve müjde olarak indirdik.
6:105. Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, "Sen ders almışsın" desinler de biz de anlayan toplum için Kuran'ı iyice açıklayalım.
Öncelikle her şeyi açıklayan ve müslümanlara yol gösterici olan Kuran'ın eğitimini almamız gerekir. Bu eğitim aklederek, düşünerek, özümseyerek Kuran'ı okumamız ve onun furkan özelliğini kazanma gayretlerimiz ile oluşacaktır. Allah'ın bize gönderdiği mesajı öğrenmeden onun emir ve yasakları doğrultusunda bir hayat sürdürmemiz,salatı ikame etmemiz nasıl mümkün olabilir?
21:45. De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat, sağır olanlar, ikaz edildikleri zamanbu çağrıyı duymazlar.
6:19. Bu Kurdan bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu.
25:1. Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan'ı indiren, Allah, yüceler yücesidir.
8:29. Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size furkan var eder. (iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir), suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.
Yukarda salatı ikame etmek için bir eğitimin gerekliliğinden bahsetmiştik. Bu eğitimin iki boyutu vardır. Birincisi ilim, ikincisi tatbikat . günümüzde işin ilim kısmını halletmek nispeten kolay . Kuran tasnif edilmiş bir kitap olarak elimizde , çoğumuz okuma yazma biliyor, kendi lisanımızda bir Kuran meali temin ederek Allah'ın mesajını öğrenebiliriz. Birde Kuran'ın indiği yılları gözümüzün önüne getirelim. Allah resulü vasıtası ile bir din gönderiyor,Resulün sağlığında ayetler inmeye devam ediyor, inananların elinde tasnif edilmiş bir kitap yok ve Allah zikrim ( Kuran ) için salatı ikame edin , onunla uyarın, onunla hayatınıza yön verin buyuruyor. Kuranı nasıl öğrenecek ve öğretecekler? Birde toplumun yapısına bakalım. Köleliğin ve feodal yapının hakim olduğu bir toplum. İnsanlar birbirlerine kulluk ediyor, rüku (boyun eğmek) ve secde (itaat etmek) ediyor, el etek öpüyor. Allah'ın resulü ve Kuran ise kula kulluğu kaldırmak için gönderiliyor.
Yukarda anlattığımız ortamda dua manasına da gelen salatın bir tatbik şeklinin Allah'ın resulü tarafından müslümanlara öğretildiğini görüyoruz. Müslümanlar Allah'ın resulü önderliğinde günün belli vakitlerinde bir araya gelerek Allah'a dua ediyorlar,rüku ve secde ediyorlar, onu tesbih ediyorlar (yüceltiyorlar) ve hem de Kuran'ı tedris ediyorlardı. Çeşitli sebeplerle Allah resulünün cemaatine katılamayan müminler ise bu eylemi ya kendi aralarında birleşerek yada ferdi olarak yerine getiriyorlardı.
62:9. Ey iman edenler! Cuma günü salat için çağırıldığınızda hemen Allah'ın zikrine (öğüdüne) koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.
62:10.Salatı bitirdiğinizde artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok anın (zikredin)umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Çeşitli uğraşlar içersinde her zaman bir araya gelemeyen müminlerin hiç değilse haftada bir gün bir araya gelerek salat etmeleri emrediliyor. Farsça dan dilimize giren namaz kelimesiyle ifade edilen dua manasındaki bu salatı ifa ederken özel bir hazırlık yapmamız da emredilmektedir.
5:6. Ey iman edenler! Salat için kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.
Dua mahiyetindeki bu özel salatın tatbikinde Köle sahibi bir müslümanın kölesiyle aynı safta durması, boyun eğmenin, itaat ve teslimiyetin yalnızca Allah'a yapılabileceğini simgeleyen rüku ve secdeler, sadece Allah'ı yücelten ifadeler ve Kuran tedrisi hep genel manadaki salata hazırlık olarak yapılmaktaydı. Kulun Acizliği ve Allah'ın yüceliği ön plana çıkarılarak Allah'a teslimiyet manasına gelen islamın ihyası için mücadelenin bir simgesi haline gelmişti.
Müslümanlar kuranı düşünerek, öğüt alarak okumayı, onun terbiyesine girmeyi ihmal edince, zikrim (Kuran) için salatı ikame edin emrini unutunca namaz da özünü kaybederek sadece bazı şekillerden ibaret bir tatmin aracı haline geldi. İman iddiasında bulunan insanlar Allah resulü gibi Kurana tabi olmadıkça iman etmiş olmayacaklarını bilmeli, salatı ikame ederken (genel manada ) salat etmeliler. (özel manada)
49:14. Bedevîler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
49:15. Müminler ancak Allah'a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.
29:45. Kitaptan sana vahyedileni oku ve salatı ikame et. Çünkü salat kötü ve çirkin şeylerden alıkoyar. Allah'ın zikri (öğüdü) elbette en büyüktür. Allah ne yaptığınızı bilir.
Günümüzde Müslümanların durumu genellikle bedeviliktir. Bedevilikten kurtulmadıkça gerçek manada Salatı ikame edemeyeceğimizin şuurunda olmalıyız. Kendi durumumuzun sağlamasını yapmak için ise salatın bizi kötü ve çirkin şeylerden alı koyup koymadığına bakmalıyız.
Bazı ayetler ve düşündürdükleri
107:1. Dini yalanlayanı gördün mü?
107:2. İşte o, yetimi itip kakar;
107:3. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez;
107:4. Yazıklar olsun o salat edenlere ki,
107:5. Onlar salatlarından gafildirler. Onlar yanlış salatta ısrar ediyorlar.
107:6. Onlar gösteriş yapanlardır,
107:7.Ve hayra da mâni olurlar. Bağlılıktan alıkoyarlar.
Dikkat edersek dini yalanlayanın salatından bahsediyor. Kuran'ın indiği yıllarda ayetin muhatabı olan Mekkeli müşriklerin salat ettiğini anlıyoruz. Allah bizi salat eden müşrik olmaktan korusun.
Buradaki salat öncelikle batıl olan atalarının dinine arka çıkmak yanlış olduğunu idrak etse de atalarından kendisine miras kalanı savunmak sonrada onun fenomenlerini yerine getirmek anlamlarına gelmektedir.
2:170. Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" dense "hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız derler.
8:35. Onların Beyt yanındaki salatları ıslık çalıp el çırpmaktan ibaretti şimdi azabı tadın!
Ayette onlar diye mescidi haramın koruyucusu olduklarını söylen, hacılara su veren, Kabe yi temizleyen, Allah'a inanan, hz. İbrahim'in salatını sürdürdüklerini iddia eden insanlardan söz ediliyor. Günümüze uyarlarsak yetim hakkı yiyen, insanlara zulmeden , Allah'ın zikrinden "Kuran'dan" gafil yaşayan, din ile dünyayı ayıran sonrada namaz kılan insanlar için "Onların salatları yatıp kalkmaktan ibarettir." diyebiliriz. Tabi ki bütün hayatında salatı ikame eden , dine arka çıkan , Kuran'ın arkasından giden sonrada namaz kılan müminleri kastetmiyorum.
17:110. De ki: "İster Allah diye çağırın(davet edin), ister Rahman diye çağırın(davet edin). Hangisiyle çağırırsanız nihayet en güzel isimler onundur. Salatında bağırma onda sesini fazla da kısma ; ikisinin arası bir yol tut.
Ayette kastedilen namaz ise namazlarda sesiz okumak suretiyle bu emir tamamen çiğneniyor demektir. Eğer geniş manada salat kastediliyorsa dine davette salattır ve ayette de davetin şekli anlatılmaktadır.
31:17. (Lokman As. ın vasiyeti ) Yavrum! Salatı ikame et, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.
31:18. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.
31:19. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.
Lokman As. oğluna salatı ikame etmesini (Allah'ın emirlerini, dinini ayağa kaldırmasını) vasiyet ederken dikkat etmesi gereken şeyleri de anlatıyor. Salatı ikame ederken iyiliği emredip kötülükten vazgeçirecek, başına gelenlere sabredecek, insanlara yanağını bükmeyecek, bağırıp çağırmayacak. "17:10. Salatında bağırma" ayeti ile birlikte düşünelim.
10:87. Biz de Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın,(yönelinecek yerler yapın)salatı ikame edin. (Ey Musa!) Müminleri müjdele! diye vahyettik.
Musa As. Firavuna gönderiliyor, Firavun yalanlıyor. Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başkası Musa'ya iman etmiyor.(10:83.) : "Allah'a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!"(10:85.). Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!" diye dua ediyorlar.(10:86) Bunun üzerine Musa ve kardeşine : Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın,(yönelinecek yerler yapın)salatı ikame edin." emri geliyor. Evlerine yönelen (evlerinde organize olan ) bu müminler ne yapmakla salatı ikame etmiş olacaklar?
14:37. "Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz salatı ikame etsinler diye. Sen de birtakım gönülleri onları sever yap ve onları çeşitli meyvelerle besle ki şükretsinler.
2:125. Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir salat yeri edinin İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, akifler, rükû ve secde edenler için evim'i temiz tutun, diye emretmiştik
Hz. İbrahim Beytullah'ı inşa ediyor. Niye? Toplantı ve güven yeri olsun diye. Zürriyetinden bir kısmını bu bölgeye yerleştiriyor. Niye? Salatı ikame etsinler diye. Toplantı ve güven yeri olan Beytullah ve çevresinde salatı ikame etmenin ve haccın manası nedir? Bir sultanın saltanat sürdüğü, beytül malın Allah'ın rızası doğrultusunda kullanılmadığı, Müslümanların kongrelerini gerçekleştiremedikleri, kıyam etmedikleri müddetçe Müslümanlar salatı ikame etmiş, haccetmiş olurlar mı?
5:106 Ey müminler, birinize ölüm gelince vasiyet sırasında sizden olan iki adil kişi, aranızda şahitlik etsin yada yeryüzünde yolculuk ederken başınıza ölüm musibeti gelmişse sizden olmayan iki kişi (şahitlik etsin) Eğer şüpheye düşerseniz o iki şahidi salattan sonra alıkor, "Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şahitliği gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz" diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz.
Sizden olan, sizden olmayan tabirlerinin kuranda mümin,mümin olmayan manasında kullanıldığı tesbiti ile baktığımızda mümin olmayan kişinin salatını namaz olarak algılayabilir miyiz?
Salat dua manasına gelir demiştik. Dua da davet manasına geldiğine göre Yusuf (as)ın zindan arkadaşlarına yaptığı davetin bir benzeri kastedilerek bu da salat olarak isimlendiriliyor diye düşünüyorum.
|
|
|
Kaynak: http://19.org/index.php?id=65,116,0,0,1,0 = Kadir Ünal
__________________ 16/4 İnsanı küçük bir damladan yarattı, fakat buna rağmen o, apaçık bir düşman kesildi.
|
Yukarı dön |
|
|
hanif_42 Admin Group
Katılma Tarihi: 18 kasim 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 100
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
teşekkürler söylenebilecek tek kelime bu yazı için
|
Yukarı dön |
|
|
elmuh Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 435
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kanımca İsra 111'i de buraya eklemeliyiz, namazda ne söylenmesi gerektiğine açıklık getiriyor :
17:110 De ki: "İster Allah diye yakarın, ister Rahman diye yakarın. Hangisiyle yakarırsanız yakarın, en güzel isimler/Esmâül Hüsna O'nundur. Namazında sesini yükseltme, kısma da. İkisi ortası bir yol tut."
17:111 Ve de ki: Hamd, O Allah'a mahsustur ki; bir çocuk edinmemiş ve O'nun mülkünde bir ortak bulunmamıştır. Düşkünlükten dolayı O'nun bir yardımcısı olmamıştır. Ve O'nu tekbir et.
|
Yukarı dön |
|
|
Abdullah16 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 727
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Salat ve salatı ikame konusunda faydalandığım en iyi yazılardan birisi.Nasıl oldu da bu yazıyı görememişim?Bütün arkadaşların tefekkür ederek yeniden bu yazıyı okumalarını rica ediyorum vesselam.
__________________ ''Eğer biz bu Kur'anı bir dağın üzerine indirseydik,kesinlikle onun,Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün..''Haşr:21
|
Yukarı dön |
|
|
iman Uzman Uye
Katılma Tarihi: 16 haziran 2006 Gönderilenler: 751
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam abdullah
rekat bahsinin üzerine ne gitti dimi ama...
yani ilahi bilgi için kelime bulamıyorum karşılayacak
sevgiyle
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam kardeşlerim,Ahmet Baydar hocanın salat üzerine yazdığı makale serisini sizlerle paylaşmak istiyorum.açıkçası şahsen çok faydalı bir yazı.
Tekvîni ve Şer’î Salât
Vahiy üslubuna aşina olanlar, Kur’ân’da muhkemlere anlam taşıyan müteşabih âyetler gibi müteşabih sözcüklerin de bulunduğunu bilirler. Müteşabih sözcükler, anahtar sözcük ırmağına akan farklı dereler gibidir. Irmağın rengi, tadı ve kokusu doğal olarak bu derelerinkine benzer. İşte bu benzerlik, çoğu kimsenin, derelerin tadıyla ırmağın tadını, yani müteşabih sözcüklerle muhkem sözcüğün anlamını karıştırmasına sebep olur. Salât kavramı esas alınarak söylenecek olursa, ahit, itaat, emânet, dua, teslim, tesbih, hamd, rüku ve secde derelerinin “salât” ırmağına su taşımakta olduğunu söyleyebiliriz. Şu âyette olduğu gibi: “Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi salâtını ve tesbihini bilir.” (Nûr 24/41) Buradaki “kimseler” sözcüğüne dikkat edilirse maymundan insana bütün hayvanların âyetin kapsamına girdiği anlaşılır. Kur’ân, başka pasajlarda da, çakıl taşından mercana, yosundan mantara, söğütten hurmaya, midyeden yunusa, serçeden kartala bütün varlıkların mevcudiyetlerini itaat, tesbih, secde ve teslimiyet üzere bulunmakla niteler. Bu âyetteki ise bütün bu anlamları hâvi olan salât sözcüğüdür. Burada sözü edilen aslında icbarî bir salâttır. Yani yaratılışta bütün varlıklara yutturulmuş oluşsal bir itaat keyfiyetidir. Kast edilen de her türlü mahva, ruhi düşüş ve yükselişe kapalı olan meleki yapıdır. Nitekim Kur’ân, evrendeki bütün varlıkların doğalarında bulunan işleyiş düzenini, teslimiyet, secde, itaat olarak nitelemiştir. Allah, bütün şeylere ve kimselere “İster istemez gelin” demiş, onlar da ister istemez teslim olmuş (Âl-i İmrân 3/83), secde etmiş (Ra’d 13/15) ve hâl dilleriyle “itaat ederek geldik” demişlerdir. (Fussılet 41/11) Kur’ân, bir başka tür salâttan daha söz eder. Ancak önceki gibi icbari değil ihtiyaridir, tekvinî değil teşrîidir. İnsanın donanımına muvafık olarak ruhi terakki ve tedenniye; adalet ve irfana, zulüm ve cehalete de açıktır. Bu nedenle, ünsiyet kurabildiğimiz varlıklar arasında sadece insana teklif edilmiştir. İşte Kur’ân’da; yine ahit, itaat, emânet, dua, teslim, tesbih, hamd, rüku ve secde kelimeleri öbeğinde çoğu zaman zekatla birlikte anılan salât da budur. Nitekim bir âyette şöyle denmiştir: “Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da buna hamle etmekten çekindiler ve bundan korktular, oysa insan ona hamle etti; o çok zalim, çok cahildir.” Bu âyette, bütün varlıklara ve insana sunulan göreve “emânet” denmiştir. Emânet deyince de onu korumak, hiyanet etmemek akla gelir. Varlıkların çekinip korkmaları ise, emânet üzerine titremeleri anlamına gelir. Bu da, tabiatlarındaki kanunlara zorunlu olarak uymalarını kinaye eden bir üsluptur. Yani bütün varlıklar emânetin korunması gibi, Allah’a itaati korumuşlardır. Bu ise, varlıkların yukarıda izah ettiğimiz icbari salâtını “emânet” sözcüğü ile anlatmaktadır. Emânetin insanlara sunulması ise, dini-şer’i esasların teklif edilmesini kinaye eder. Emâneti “hamlederek” başka yere taşımak, sahibine ihanet etmektir. İnsan bu konuda özgür bırakılmış, içlerinden çok kimse emânete hıyanet etmiş, böylece zalim ve ısyankar olmuştur. Kısaca bütün varlıklar, tabiatları itibariyle tekvini emânete riâyet etmekle salâtını bilmiştir. Fakat kendisine sunulan şer’î emânete riâyet etmeyen çoğu insan da şer’î salâta ihanet etmiştir. Ancak inananlar başkadır: “Onlar, emânetlerine ve ahitlerine riâyet edenler ve salâtlarını muhafaza edenlerdir.” (Mü’minûn 23/8-9) Kur’ân, inananlardan söz ettiği başka bir pasajda “Salâtlarında devamlıdırlar” diyor. (Meâric 70/23) Peki sizce bu hangi salâttır? İcbârî midir yoksa ihtiyârî midir? Dikkat edilirse âyette “Devamlı toplantıdalar” der gibi “Devamlı salâttalar” denmiyor. Eğer böyle denseydi, ozaman icbari salât anlaşılırdı. Âyetteki devamlılık salâtı değil müminleri niteliyor. “Toplantılarında devamlılar” der gibi, “Salâtlarında devamlılar” deniyor. Yani müminler kuşlar gibi meleki bir salâtta değil, ucu terakki ve tedenniye, adalet ve irfana, zulüm ve cehalete açık tercihi bir salâttadırlar. Balığın karnında namaz
Kur’ân-ı Kerîm, Yunus (a.s) ın kıssasını üç bölümde tamamlar. Özet mahiyetindeki ilk bölüm Sâffât suresindedir. Burada, toplumuyla öfkeleştiği, risaletle görevlendirildiği yeri terk ettiği, kalkmak üzere olan bir gemiye kaçtığı, gemideki yolcuların çok kalabalık olduğu, başları dara düşünce aralarında kura çekildiği, kuranın ona isabet ettiği, ardından denize atıldığı, tam yaptıklarından pişman olduğu sırada tesbih ettiği, bunun üzerine bir balığın onu ağızlayıp sahile çıkardığı anlatılır: “Eğer tesbih edenlerden olmasaydı, diriliş gününe kadar karnında bekleyecekti.” (Sâffât 37/143-144) Bir peygamber, hatasından dönüp “tesbihe” sarılınca boğulmaktan kurtuluyor. Acaba müminler de sıkıntılı zamanlarında yaptıkları tesbih sayesinde, kendilerini maddi sıkıntılardan kurtarabilirler mi? (Yunus 10/103) Allah’ı “tesbih” etmekle boğulmaktan kurtulmak arasındaki bu ilişki nasıl izah edilebilir? Kıssadaki bu anlatımın altında acaba simgesel bir derinlik mi vardır? Yoksa elçiler ve müminler, vahye ihanet edecek olurlarsa sıkıntıya düşürülür, pişman olup tesbihe sarıldıklarında da kendi güçlerini aşan, hiç beklemedikleri bir vesile ile kurtarılırlar mı? Hz. Yunus’un başına gelenler, evrensel bir “kader” midir? Düşünmeye değer bir husustur. Fakat şimdi burada aradığımız bu değil, tesbihin mahiyeti ve salâtla ilişkisidir. Müfessirlerin çoğu buradaki “Tesbih” kelimesine “salât” anlamı verirler. Bir kısmı da balığın çok büyük olduğunu; Hz. Yunus’u yuttuğunu ve günlerce karnında taşıdığını, onun tesbihinin de balığın iç organlarını kaldırarak rükulu secdeli salât ikame etmesi olduğunu söylerler. Oysa, metindeki balık sözcüğü, Hz. Musa’nın meşhur seferinde azık olarak yanında taşıdığı küçük bir balığı niteleyen sözcükle aynıdır. Ayrıca balığın onu yuttuğu, önceki mukaddes metinlerin aksine, Kur’ân’da, sarih değildir. “Yuttu” şeklinde tercüme edilen kelime de ilk dönem kaynaklarında “ağızladı” ve “rehberlik etti” anlamlarına da gelmektedir. Kaldı ki birkaç gün balığın karnında kaldığı Kur’ân’da hiç konu edilmemiştir. “Tesbih” kelimesinin, bazı Müfessirler tarafından, balığın karnında eda edilen rükulu, secdeli bir salât şeklinde yorumlanması ise tam bir faciadır. Yaya olarak da binitli olarak da yerine göre salât edebileceğini konu edinen vahiyden ciddi ve ibret verici bir kopuş örneğidir. Aslında Hz. Yunus’un tesbihinin ne manaya geldiği, Kur’ân’da, daha sonra nazil olan bölümlerde sarahatle açıklanmıştır. Bu bölümlerde, nedametin daha ileri safhası olan “öfkesini yutma” durumu dile getirilmiş, buna bir de yakarma hâli eklenmiş (Kalem 68/48-50), daha sonra da yutkunurken dilinden dökülen şu sözcükler konu edilmiştir: “Senden başka tanrı yok! Sübhâneke! Ben zalimlerden oldum!” (Enbiyâ 21/87-88) “Sübhâneke”, yani “Sen yücesin!” Hz. Yunus’un tesbihi işte budur. Denizdeki balığın tesbihi, fıtratıyla yüzme yasalarına uymasıdır. Kuşların tesbihi ve salâtı gibi. Hz. Yunusun tesbihi ise, akıl ve iradesiyle Allah’a karşı işlediği hatadan dönerek ve bu yönde duygularını dile getirerek ilahi iradeye katılmasıdır. Ancak bu henüz salât değildir. Peki biraz daha öze inelim. Secde, salâtın nesi olur?
|
Salat ne değildir?
Salâta anlam taşıyan sözcüklerden birisi de “secde” dir. Ehli bilir ki Kur’ân, mahiyeti farklı olan üç secdeden söz eder. Bunlardan birisi varlıkların Yaradan’a tekvini secdesidir. Diğeri, halifenin Yaradan’a teşrii secdesidir. Üçüncüsü ise yeryüzü meleklerinin halifeye teshiri secdesidir. Bütün varlıklar, insanın bilgisi karşısında uysallık durumundadır. Ama bilen insanın kendisi, hep bilen Yaradan’a karşı alternatifli bir duruş imkanına sahiptir. Kur’ân, varlıkların bu uysal durumunun, halifenin duruşuna rehber olması için temsili bir diyalog hatırlatır: - Ben yeryüzünde bir halife belirliyorum! - Orada bozgunculuk yapan ve kan döken birisini mi belirliyorsun? - Oysa biz övgünü tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz! - Sizin bilmediklerinizi bilirim. - (Adem'e bütün isimleri öğretir, sonra onları meleklere sunar) Eğer doğruysanız, şunların isimlerini bana haber verin! - Tesbih sana! Bize bildirdiğinden başka bilgimiz yok! Sensin hep bilen, hep hikmetli! - Adem! Bildir onlara niteliklerini! - (Adem niteliklerini bildirince) Dememiş miydim, ben gökler ve yerde görünmeyeni bilirim, açıkladığınızı da gizlemekte olduğunuzu da bilirim! Secde edin Adam’e! Bakara 2/30-34’den özetle. Varlıkların Adem’e yaptığı bu secde, Ademoğlunun ıslah-fesat, hak-batıl serüveninde “salat”a geçiş yapması için hatırlatılmıştır. (Bakara 2/30-46) Yukarıdaki özet metin, muhtevası aynı olan diğer pasajlarla birlikte düşünüldüğünde; yeryüzü meleklerinin varlıklardan kinaye olduğu, isimlerden maksat onların nitelikleri olduğu, onların beşere değil ruh üflenen Âdem’e secde ettikleri, secde edilenin de sadece Âdem değil bütün adamlar olduğu anlaşılacaktır. Nitekim yeryüzü melekleri halifeye secde etmekle, bütün varlıklar, bütün insanların her türlü, "insâ", "nesh", "tebdil", "mahv" ve "teshîr" ine amade olmuşlardır. Burada üzerinde durmak istediğimiz asıl husus ise, varlıkların insanlar karşısındaki zorunlu melekiyetinden, insanların Allah’a karşı olan sorumlu melekiyetine geçiş yapan Kur’ân üslubuna dikkat çekmektir. Unutulmamalıdır ki diğer varlıklar arasında insanı farklı kılan şey onun “bilme” imkanıdır. Yukarıda özetlediğimiz temsili diyalogda bu imkana yeteri kadar vurgu yapılmıştır. Bu nedenle Kur’ân, hacerden şecere, şecerden beşere bütün varlıkların tesbih ve secdesinden, halifenin tesbih ve secdesine geçişler yapar ve bilme imkanına paralel olarak da vurguyu artırır: “Ayetlerimize, hatırlatıldığında, büyüklenmeden secdelere kapananlardır.” Secde 32/15. Bu ayette, tercihli secde söz konusu olduğundan, yukarıda özetlediğimiz pasajdaki “secde edin” üslubu, “büyüklenmeden secdelere kapananlar” a dönüşmüştür. Ulemaya göre yukarıdaki ayet, okunduğunda secde edilmesi gereken ayetlerden birisidir. Ancak onlara göre ayetin maksadı oldukça kapalıdır. Çünkü kırsal kesimde okuyanın sesinin aksi sadasına, papağının okuyuşuna, elektronik aletten okunana ve bant yayınına secde etmenin gerekip gerekmediği açık değildir. Secde için kıbleye dönmeli mi? Arka arkaya iki kere mi yapılmalı? Secdeden sonra oturmalı mı ayağa mı kalkmalı? Secde ayeti olduğunu bilmeyen sorumlu olur mu? Bu secde abdestsiz yapılır mı? Secde vacip mi, nafile mi? Secde etmeyenin sonradan kaza etmesi gerekir mi gerekmez mi? Uzayıp giden bu sorulara da ayette cevap yoktur. Bu sorular ve aranan cevaplar, dini çoğaltmaya yol açan Yahudileşme temayülüdür. Oysa bu tür ayetlere dikkatle bakılırsa, Kur’ân’ın insan secdelerinde ve salatlarında, biçime değil öze, keyfiyete değil mahiyete yöneldiği görülecektir. Tesbih, secde ve salâtın anlamı hakkında bilinenlerle yetinerek bir hususa işaret etmek istiyoruz. O da şudur. Bu üç kelimenin Kur’ân’daki kullanımlarında açığa çıkan ilişki göz önüne alınırsa, insanın kavrama kabiliyeti arttıkça, elbette salâtın seyelanının da artacağı anlaşılmış olur. Başka bir ifadeyle, bu sözcükler içsel ve bilişsel itaati anlamlandırmada eşit olsalar da faillerinin kapasitelerine göre derinlik kazanırlar. Nitekim Kur’ân üslubunda; bütün varlıklar Allah’a tesbih, secde ve salât ile itaat ederler. Öte yandan melekler de insana secde ve Peygambere salât ederler. Ancak bütün bu tesbih, secde ve salâtların yönü aşağıdan yukarıyadır. Yaradan’ın varlıklara ve halifeye, halifenin de meleklere secdesi en azından Kur’ân üslubuna yabancıdır. Tabir caizse üstün asta secdesi yoktur. Yani secde tek taraflıdır. Hatta müminlerin Allah’ı tesbih etmeleri ve O’na secde etmeleri de tek taraflıdır. Ama adamın salâtı başkadır. Salat bilişseldir. Aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya olmak üzere iki yönlüdür. İşte tesbih ve secdede bulunmayan şey salattaki bu çift yönlülüktür. Salâtın ne olmadığına kısaca temas ettik. Ne olduğu ile devam edeceğiz.
|
|
Salat: Bilişsel yöneliş
Kur’ân, insanın bilen yönüne salâtla, sürekli çelişen yapısına ise zekatla seslenmekte, bu ikiliyi birlikte anarken salâtı hep zekata takdim etmektedir. Çünkü salât için var edilmişlik yeterlidir. Bu da asıldır ve önce gelmelidir. Zekat için ise edinilen bir varlık gereklidir. Bu da talidir ve sonra gelmelidir. Kuşların devamlı salât vazıyetinde oluşları, varlıklarının devamlılığındandır. Zekatta bulunmamaları ise varlık edinemediklerindendir. Oysa adamlar isterlerse salâtlarında da, zekatlarında da devamlı olabilirler. (Me’âric 70/23-25) Hemen söylememiz gerekir ki zekatın temelinde nefsi arındırma boyutu hep var olduğu gibi, salâtın temelinde de bilme boyutu hep vardır. Kur’ân, sarhoşların ne söylediklerini bilinceye kadar salâta yaklaşmalarını yasaklamaktadır. Yani salât etmek için bilinçli olmak gereklidir. İkame edilmesi istenen salât için de, muhafaza edilmesi istenen salât için de durum aynıdır. Çünkü inkarın temelinde bilmemek bulunduğu gibi, imanın simgesi olan salâtın temelinde de bilmek vardır. (Nisâ 4/43, Zümer 39/9, Nisâ 4/162, Fâtır 35/28-29, İsrâ 17/107-111, Tevbe 9/11, Bakara 2/238-239) Ancak bu biliş, Kur’ân üslubunda, maişet bilgisi değildir. Anlamaya, tanımaya, öteyi bilmeye ve iman etmeye yükselten bir bilgidir. İman da sadece inanma değil, aynı zamanda tasdik etme ve onaylamadır. Tasdik ise, karşı tarafta bilinçli bir faili gerekli kılan eylemdir. İman eden kulun tasdik ettiği şeyi Allah'ında onaylayıp onaylamadığını sürekli muhasebe etmelidir.Çok zor olan şey aslında budur. Bu noktada iman, Mukaddes kitaplarda Dinin üzerinde durduğu “ahd”i hatırlamakla aynı anlama gelir. Ahit de iki fail arasındaki sözleşmedir. Kur’ân, ahdin, yargılanma esnasında insanların bilmiyorduk (gafildik) dememeleri için, Allah ile bütün insanlar arasında gerçekleştiğini söyler. (A’râf 7/172, Yâsîn 36/60) İmana ulaşmak, işte bu ahdi hatırlamak ve gereğini yerine getirmektir: “İsrail oğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, ahdimi yerine getirin ki ahdinizi yerine getireyim!” (Bakara 2/40) Bu ayetten sadece iki ayet sonra, “Salâtı ikame edin!” denmesi, ardından da, “salât ile yardım isteyin!” denmiş olması, dikkatleri celbeden bir husustur. Aslında bu ayetin bulunduğu pasajdaki söz akışıyla, bilme, iman ve ahit temeline oturan salâtın muhtevası da vuzuha kavuşmaktadır. Bu muhteva yardım dilemek (istiane) dir. Yardım dilemek ve yardım etmek (nasr), yani yardımlaşmak için de iki fail gereklidir: “Allah’a yardım ederseniz, size yardım eder.” (Muhammed 47/7) Salatın temelinde ilim, irfan, iman ve ahit, muhtevasında ise yardım dilemek bulunduğunu doğrulayan hususlardan birisi de “zikir” sözcüğüdür. Ancak özellikle belirtmemiz gerekir ki Kur’ân’daki zikir, sadece “ad anmak” değildir. Gaflet ve nisyanın zıddı olan anmadır. Yükümlülüğü ve mukabil bir farkındalığı gerekli kılan hatırlamadır. Yani eğer bilinen, güvenilen, ahit verilen ve yardım talep edilen biri hatırlanacaksa, o da hatırlayacaktır: “O halde zikredin beni, zikredeyim sizi. (Bakara 2/152) Bu ifadenin de, ilim ve hikmete vurgu yapan bir ayetten hemen sonra bulunması, salât ile yardım istemeyi öğütleyen bir ayetten de hemen önce yer alması çok dikkat çekicidir. Kaldı ki Kur’ân, salâtın zikir için olduğunu ifade etmiş, hatta zor zamanlarda eda edilen kısaltılmış salâtın tamamlayıcısının zikir olduğunu göstermiştir. Yine, Toplanma Gününde alışverişi bırakıp hemen koşulması istenilen şey, Kur’ân dilinde, salâttır. Ama bu biraz ilerde zikir olmakta, fakat daha sonra yine salât olmaktadır. Yani salât ve zikir, neredeyse aynı şeye anlam veren muhtevaları nedeniyle, Kur’ân’da biri diğerinin yerine kullanılmıştır. (Ankebût 29/45, Tâhâ 20/14, Nisâ 4/103, Cuma 62/9-10) Çünkü “iman”, “ahit”, “zikir” ve “nasr” gibi “salât” da karşılıklıdır. Bu nedenle Allah ve melekleri Peygambere salât etmişler, Peygamber de Allah’a ve müminlere salât etmiştir. Müminler Allah’a salât etmekte, Allah da müminlere salât etmektedir.
|
|
Salavât getirmek salat etmek midir?
İzleyen memur, amirine uymaktadır. İzleyen çocuk annesinden yardım istemektedir. Ama izleyen amir, memurunun sorunlarına eğilmekte, izleyen anne ise çocuğunu tehlikeden korumaktadır. Yani astın üstü izlemesi ile üstün astı izlemesinde anlam, kuvvet ve işteşlik değişir. Fiiller çıkış yerlerine ve yönlerine göre anlam, ağırlık ve işteşlik imkanı kazanır. Kur’ân’daki “Salat etme” fiili de böyledir. Kuşlar Allah’a, Melekler de Peygambere salat eder. Ancak Allah kuşlara, Peygamber de meleklere salat etmez. Allah, Peygamber ve müminler ise birbirlerine salat ederler: “Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Ona salat edin.” (Ahzâb 33/56) Bu ayetteki salât etmek, genelde Peygambere “salavat getirmek” şeklinde anlaşılmış, buna dayanılarak Allah’tan bir hacet isterken Peygambere salavat getirmeyi gerekli görenler olmuştur. Ancak bu, sahabe zamanında örneği bilinmeyen garip bir tevessül türüdür. Bundan daha garip olanı ise yine bu anlamdan doğan şu inançtır: “Hz. Peygambere salât, ibadetlerin en üstünüdür. Çünkü bunu bizzat Allah ve melekleri de üstlenmiştir.” (Nakleden, Kurtubî) Son zamanlarda, salat sözcüğüne hemen herkes istediği anlamı veriyor. Dilediği yere çekiyor. Bu tür çalışmaların saikleri üzerine söylenmesi gereken çok şey var. Ancak bu, başka bir yazı dizisinin konusu. Oysa anlam tayini ve kontrolü için daha basit yöntemler de var. İlk surelerde salat etme fiili, zıddıyla birlikte kullanılmıştır. Zıddının, sırtını dönmek, yüz çevirmek, üstlenmemek anlamında olduğunda herkes ittifak hâlindedir. (Tevellâ kelimesi için bkz. Alak 96/10-13, Kıyamet 75/31-32) Bu durumda salat etmenin, yönelmek, izlemek ve arka çıkmak anlamı açığa çıkmış olur. İlk dönem sözlükleri de bunu doğrular. Fiilin farklı makam ve yönlerdeki anlam, kuvvet ve işteşlik farkı göz önüne alınırsa, bu, salatın Kur’ân’daki temsili dil sisteminde yerini bulan; “yardım istemek” terimsel anlamıyla da örtüştüğü görülür. Yani yukardaki ayetteki, Allah’ın elçisine yardım etmesi üstün asta salâtıdır. Allah, Elçisine melekleriyle vahyeder, onun önünü açar. Ama Elçi bu yardımın tahakkukuna kadar geliş yönünün farkında olamaz. Çünkü Allah’ın salatının temelinde beşerin imkanlarını aşan ilahi ilim vardır. Müminlerin Peygambere, yani astın üste salâtı ise, müminlerin onu izlemeleri, ona bağlanmaları ve arka çıkmalarıdır. Nitekim bu ayet, “Tam bir kabulle bağlanın” ifadesiyle son bulmaktadır. (Aynı ifade için bkz. Nisâ 4/65) İşte Peygamberin müminlere salavatı da bu mana ile anlam kazanır. (Tevbe 9/99) Peygamber, müminleri tanır, onlara yönelir, onlarla ilgilenir, onlar için dua ederse onlara salât etmiş, başka bir pasajda ifade edildiği gibi, kendisini izleyenlere şefkat kanadını indirmiş olur. (Şuarâ 26/215, Hicr 15/88) Kısaca, sözleşmelerini tasdik etmesinden, cenazelerinde onlara dua etmesine kadar bütün yaptıkları salât cümlesindendir. Nitekim ittiba etmeyenlere salât etmesi ve kabirleri başında durması da yasaklanmıştır. (Tevbe 9/84,103) Allah’ın salavat ve rahmetinin kulların üzerine olması da, elbette onlara “salavat getirmesi” değil, her türlü yardım ve rahmetinin onların üzerine olmasıdır. (Bakara 2/157, Ahzâb 33/41-43) Evet, Müddesir Suresinin 43. ayetindeki “musallin” kelimesi de “salat etmek” ten özne bir isimdir. “İzleyenler” demektir. Yani buradaki de, ikame etmek ve muhafaza etmek fiilleriyle, bezen de vakitlerle mukayyet olarak zikredilen es-Salat değildir. “Salat” ile “Vusul” ün aynı kökten olmadığını fark edemeyen modern müçtehit rahat olsun. Ama es-Salat kesinlikle onun sandığı gibi değildir. Kur’ân’ın sıkı dokunmuş üslubu her türlü şeytanlığa kapalıdır.
|
|
Salât”ı zayi etmeyin!
İlk müfessirlerden kimileri, vahiy bağlamında zikredilen bazı “salât”ların Kur’ân demek olduğunu açıkça beyan etmişlerdir. (İsrâ 17/107-110, Ankebût 29/45, Bkz. Taberî) Bu ayetlerde Kur’ân yerine salât denmiş olmasının sebebi ise, izlenmesi gereken özelliğini öne çıkarmaktır. Aslında bu, tıpkı kuşların kevni vahyi izlemelerine salât denmiş olması gibi, nebevi vahyi izlemeye de salât demekten ibarettir. Meselenin daha iyi anlaşılması için vahyin, Kitab, zikir ve Kur’ân” yakınlaştıran, bunlara bir de salâtı ekleyen ve hatta birini diğerinin yerine kullanan genel üslubunu hatırlamak yeterlidir. Çünkü dinde izlenmesi gereken elçiler olsa da, onların da izlediği vardır ve bu sadece vahiydir. Zikir, kitap, ilim, hüda, sebil, din ve millet de bu cümledendir. (En’âm 6/50, Mü’minûn 23/71, Kasas 28/49, Bakara 2/38,120, Ra’d 13/37, Gâfir 40/7, Âl-i İmrân 3/73, Nisâ 4/125) Vahiy, belirlemeler yapmasıyla kitap, lakin bilgilerimizi hatırlatmasıyla zikirdir. Tebliğ edilen cihetiyle vahye Kur’ân dense de bilinçlendirmesi yönüyle ilim denir. Sorumluluklar yüklemesiyle din, fakat yol edinilmesiyle sebîl olur. Doğruya getürmesiyle hüdâ fakat izlenmesi gereken özelliği ile de salât olmaktadır. Tıpkı heva ve hevesini izleyen toplumun Şuayp peygambere itirazlarındaki salât gibi: “Salâtın mı, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmamamızı emrediyor sana?” (Hûd 11/87) Atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmamamızı, ardına düştüğün kitabın mı emrediyor sana? Müfessirler kelimenin bununla birlikte din anlamına gelme ihtimaline de işaret ederler. Bu durumda salâtı izlemeyenler heva ve heveslerine uymak zorunda kalacaklar demektir: “Onların ardından bir güruh halef oldu, salâtı zayi ettiler ve şehvetlerini izlediler.” (Meryem 19/59) Bu ayetteki salât üzerine de –geleneğe rağmen- düşünmemizi gerektiren birkaç nokta vardır. Bunlardan birisi, ayetin öncesinde vahye, sonrasında da tövbeye yapılan vurgudur. Bu vurgu, zayi etmenin inkar etmek anlamına geldiğine, zayi edilen şeyin de vahiyle ilgilisi olduğuna, ayrıca zayi etmenin ancak iman ve amelle telafi edilebileceğine işaret etmektedir. Tekfir için kullanılabileceğinden, buradaki salâtı daraltan bir anlam toplumsal sıkıntıları da beraberinde getirecektir. Maalesef böyle de olmuştur. Ayet üzerinde düşünmemizi gerektiren bir başka husus, genelde olduğu gibi salâta mukabil “zekat verme”nin değil, karşı olarak “şehvet izleme”nin getirilmiş olmasıdır. Bu üslup, salât için, daraltılan bir anlamdan farklı bir arayışı gerektirmektedir. Bunlara mutlaka eklenmesi gereken bir husus daha vardır. Bu ayetin üslubunun tekrarlandığı başka bir pasajda “Onların ardından halef olan” bu güruhun “kitab”a varis olduklarının açıklanmıştır. (Bkz. A’râf 7/169). Bütün bu hususlar, “zayi edilen salât”ın, Tevrat olduğunu göstermektedir. Nitekim İsrailoğulları’nın Tevrat’ı zayi ettikleri tarihte meşhur bir vakıadır, rivayetlere tam da ayetteki kelimeyle “ezau’t-Tevrâte” şeklinde girmiştir. Salât yani izlenmesi gereken kitap ve din. “Şehvet izlemek” deyimi de bu anlamı teyit etmektedir. Yani ayette zayi edilen şey, izlenmesi gereken özelliği ile hatırlatılmaktadır. Bu durumda ayetin siyak ve sibakı ile tam tevili şu olur: Kitap ehli! Siz Kitabı zayi ettiniz. Heveslerinize uyup küfre düştünüz. Eğer Kur’ân’a meyleder ve hayatınızı ona göre tanzim ederseniz kurtulursunuz. Peki “zayi” edilmemesi gereken salât eğer kitap ise, “muhafaza” edilmesi gereken “salâtlar” ile kast edilenler neler olabilir?
|
Salavât, kıyamla muhafaza edilir Bir kelimenin, söz üslubunda, siyakında ve sibakında kazandığı tali anlamlar, ilk anlamı kadar önemlidir. Daha doğrusu her kelime gerçek anlamını ve tesir kuvvetini deyimlerde ve sözdeki yerinde bulur. Özellikle kadim doğu dillerinde sözcüğün anlamı ancak sözdeki yerinde tamdır. Ne var ki modern mantık; ince farkları aynılaştırmaya, sözü küçümsemeye, üslubu hafifsemeye, siyak ve sibakı bölmeye düşkündür. Bilgisayar ortamındaki seç-kes-yapıştır garabeti de bu düşkünlüğün sonucudur. Dinde ihlâsı arayanlar, bu tür keyfilik ve kolaycılıktan kaçınmalıdır. S-L-V kök harflerinin izlemek anlamına geldiğine, bu nedenle Kur’ân üslubunda kimi zaman vahye de izlenmesi gereken cihetiyle salât dendiğine, zayiinden söz edilen salâtın da izlenmeyen vahye işaret olabileceğine temas etmiştik. Peki, muhafaza edilmesi gereken salât nedir? Nasıl muhafaza edilir? Evet, izlenmesi cihetiyle vahyin adı salât, hatırlatması nispetiyle de zikirdir. Zikri Allah indirmiş ve onu korumayı da kendisi üstlenmiştir. (Hicr 15/9) Ama bu korumanın sebebi, zikrin kullar tarafından yaşanacak olmasıdır. Bu nedenle Allah’ın hıfzı, kullarının elinde gerçekleşmelidir. Kullar vahyi yazar, hıfzeder, okur ve tebliğ ederler. Böylece vahyin metni ve telaffuzu korunmuş olur. Buna bir de uygulamanın eklenmesi gerekir. Böylece anlam da korunacaktır. Nitekim Kur’ân, bazı peygamberlerin Tevrat’la hükmettiğini, ulemanın da onunla hükmederek korumakla yükümlü olduklarını söylemiştir. (Mâide 5/44) Salâtı korumayı konu edinen ayetlerdeki koruma, acaba bazılarının dediği gibi vakitli salâtları kaçırmamak için acele etmek veya onlara devam etmek midir? Yoksa Kur’ân dilindeki salat sözcüğü kapsamında ne varsa onu hıfz ve himaye etmek midir? Salâtın korunmasını konu edinen ayetler, nüzul zamanlarıyla, siyak ve sibaklarıyla dikkatle okunursa, korunması istenen şey vakitli salat anlamına alınsa bile bunun, Kur’ân’ın tebliğinin daha bidayetinde, Mekke ve çevresinde bilinen şekilde ve sayıdaki salât olduğu anlaşılacaktır. Şu ayetteki gibi: “Bu, sana indirdiğimiz, kendinden öncekileri onaylayan mübarek bir kitaptır. Ana-kent ile çevresinde yaşayanları uyarasın diye. Ahirete inananlar buna da inanırlar, onlar salâtlarını muhafaza ederler. (En’âm 6/92, Ayrıca bkz. Mü’minûn 23/7-11, Me’âric 70/34) Bu ayetlerde salâtın beraberinde zekât yerine, emanet, ahit ve kitaptan bahsedilmiş, hıfzetme yerine de muhafaza fiili getirilmiştir. Muhafaza fiilinde ise, iman, emanet ve ahitte olması gereken karşılıklılık vardır. Salâtın karşılıklılığına, ayrıca Kitap ve zikirle olan yakınlığına da işaret etmiştik. Bu durumda salâtın muhafazasının, izlenmesi gereken vahyin muhafazasıyla ilişkisi anlaşılmış olur. Hicretten sonra nazil olan ve hukuki meselelerin tam ortasında yer alan şu ayetteki gibi: “Salavâtı muhafaza edin.” (Bakara 2/238) Muhafazası istenen salatın burada da vahiy olduğu açık değilse de, vakitli salât olduğu da sarih değildir. İstenen şey, delaleti tayin edilmemiş mutlak "salâtlar"ın muhafazasıdır. Ayet şöyle devam eder: "Salavâtı muhafaza edin ve vustâ salâtı.” Salavât kelimesinin anlamı daraltılarak sırf bazı vakitlerde salât ikame etmeye indirgenirse, “vustâ salât”ın hangi vakit olduğu belirlenemez. Ayrıca aynı mantığın modern takipçileri, bu sayfadaki vakitli salata, hukuki meselelerin arasından daha uygun bir yer aramaya koyulurlar. Oysa burada; önce tayin edilmemiş anlamıyla salavatın muhafazası istenmekte, ardından “vüstâ” salât tembih edilmekte, daha sonra da yeni bir “ve” ile vakitli salâta işaret edilmektedir: “Salâtları muhafaza edin ve vusta salâtı ve Allah için kanit olarak durun.” Demek ki muhafaza ancak "kanit" bir "kıyam"la mümkündür. Salavâtın muhafazası, izlenmesi gereken ayetlerin ve bu ayetlerde zikredilen can alıcı aile hukukunun, vakitli salavâtta kıraatiyle muhafazasıdır. Nitekim sonraki ayette şöyle denir: “Eğer korku halinde iseniz yaya veya süvari giderken de (durun). Güvene erdiğinizde ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.” İmdi sen eğer samimi isen, kimi zaman muhaliflerini ölümle cezalandırmış olan siyasi mezheplerin ilk nesline bakıver. Düşman kardeşler bile vakitli salâtta ve onun her şartta kalıcı ve değişmez tek öğesinin kıraat olduğunda ittifak ettiler. Bunu biliyorken, nasıl olur da vahyi ve bu sayfada temas edilen ilkeleri salât kavramının dışında tutabilirsin? Ya da Fıkhi olsun, Kelami olsun, siyasi olsun, hiçbir anlayışta kıraatsiz vakitli salât yokken, vakitli salâtı vahiyden ve bu ilkelerden nasıl ayırabilirsin? Şimdi de diyeceksin ki; peki, güvene erilince nasıl zikredileceğini Allah müminlere ne zaman öğretti? Salât Ademcedir Kur’ân’ı okuyan herkes, onun bazı vakitlerde ikame edilmesi istenen, kendisine davet olunan, belli bir süre alan, korku esnasında kısaltılabilen bir salâttan bahsettiğini görür. (Âl-i İmrân 3/38-39, Cum’a 62/9, Mâide 5/6, 58, Nisâ 4/101-3, Hûd 11/114, İsrâ 17/78) Kur’ân’ın üslubunu tahkik eden de; salâtın biçimsel boyutunun esasa taalluk etmediğini, âdet ve alışkanlıklara bürünüp de sadakaya geçiş yapamayan duruşun Kur’ân’da salat sayılmadığını anlar. (Bakara 2/238, el-Mâ’ûn 107/4-7, Meâric 70/19-35) Bu üslup üzerine bir müsteşrik kadar olsun düşünen kimse ise bilme özünden mahrum kalanların ve daim salâtta olduklarını iddia edenlerin, Kur’ân açısından, cemadat, nebatat ve hayvanatı taklide düşmüş kimseler olduklarını kavrar. Meseleye daha yakından ve ön şartsız bakanlar, Kur’ân’ın, zeminini bilişselliğe yükselttiği, biçimini kolaylaştırdığı ve mesuliyetini ferdi boyutta tuttuğu salât üslubunu, icbar edici içtihatlara, zindan öneren fetvalara ve çocuk dövdüren haberlere tercih ederler. Mümine gelince. Ona göre salât, uygulamasından daha çok şeydir ve bilinenden daha fazla anlamı vardır. Salâtın ikamesi kaderin kadrini öğrenme seferi, daha fazlası ise miraçtır. İki denizin birleşme anında, istiğnaya çağıran büyüklenme hisleriyle, istizafa düşüren küçültücü hisleri dengeleme duruşudur. İdrak edilebilecek en son sınırda, kavranabilecek en yüksek ufukta, kuvvetleri en şiddetlinin öğretme yerinde, en son secde yerinde, hayatı muhasebe ediş, ölmeden “berzah”ta duruş ve “mîkat”a vaktinden önce varıştır. Evet, Kur’ân mevzu bahis olduğunda, salât için asıl olan elbette kök anlamıdır. Sonra üslupta kazandığı tali anlamlar, sonra da sözün kuvvetinde saklanan işaretler gelir. Ancak, ilk örnek neslin uygulamalarını da bir yana bırakalım, kelimenin Kur’ân öncesi kullanımı ve kadim dillerdeki hikâyesi de asla göz ardı edilemez. Kur’ânın nüzulünden evvel Necranlı Hiristiyanların vakitli ibadetleri olduğu, Yahûdîlerin de günde beş defa ibadet ettikleri, Ortaçağda keşişlerin teheccüd ve kuşluk vaktiyle birlikte günde yedi defa ayin yaptıkları ve bunlara Arap kaynaklarında “salât” tabir edildiği bilinen hususlardır. Aramca’da, mabetlerde icra edilen ibadete “selūtă” dendiği, kelimenin Arami lehçelerinde ve Süryanice’de de ayin şeklindeki dua manasına kullanıldığı bilinmektedir. Ermenî Gregoryen Kilisesi mensuplarının, Kur’ân öncesinden, kiliselerinde uygulaya geldikleri ibadet de “slutho” dır. Kelime “salute” şekliyle Latince, İngilizce, Fransızca ve Almanca’ya geçmiştir. İspanyolca’daki “salud” telaffuzu da aynı anlamda kullanılmaktadır. Romanya’da salut, İtalya’da “salve” ve “saludi”, Vatikan’da ise “salve” ve çoğulu “salvete” şeklinde bilinmektedir. Biz namaz diyoruz. Çünkü kelimenin doğudaki karşılığı namazdır. Brahmanizm’de ve Budizm’de, Tanrıya saygı sunma ve yüceltme anlamıyla yapılan simgesel dini ayine “Namah” denir. Bu iki geleneğin yaşadığı coğrafyalarda bugün bile çalgılı ve danslı dini “namah” törenleri yapıla gelmekte, özellikle, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Nepal’de; Namasté, Namaskaar, Namaskaaru, Namaskaara sözcükleri selamlama anlamında kullanılmaktadır. Şekilci Brahmanlar ve özcü Budistler yanında Zerdüşti geleneğe mensup olan Mecusiler de, ayakların, ellerin ve yüzün sembolik temizliğinin ardından günde beş vakit eda ettikleri ibadete “namaz” derler. “Namaz”, onbeş yaşından itibaren her Zerdüştinin yerine getirmesi farz olan dini bir görevdir. Bu kelime zamanla Farsça’da “Saygıyla eğilmek, hizmet etmek, Tanrıya ibadet etmek” anlamında kullanılır olmuştur. Şimdi, Doğu ve Batı Dini geleneklerini dolduran, tarihin derinliklerinden çeşitli kültürlerle süzülüp gelen, bugün bile farklı dillerde ve farklı inançlarda telaffuzu, anlamı ve uygulaması korunmuş olan namazın, peygamber onayından geçmiş karşılığı olan “salât”ın ikame keyfiyetini ve vakitlerini sırf Kur’ân’da arayanların, dinin tekliğini ve dini geleneğin sürekliliğini hafife alıp almadıklarını gözden geçirmeleri gerekir. Çünkü bu durum, İbranca ve Aramca konuşan peygamberlerle Arapça konuşan peygamberin aralarını açma yanılgısıyla iç içe geçmiş bir inkar gibidir. Salatın değerler arasındaki derecesine gelince…
Salât ve irtidat
İslami literatürde dinin sekiz rüknünden mütalaa edilen; cihad, emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker, toplumsal yükümlülüklerdir. Bu nedenle her şartta kalıcı ve her fert için gerekli olmayabilir. Hac ve oruç gibi ferdi menasik de ancak güçleri yetenlere gerekli olur.
Oysa salât ve zekât böyle değildir.
Kur’ân üslubundaki zekât herkes içindir. Çünkü nefsin tezkiyesi, hür-köle, zengin-fakir, kadın-erkek herkes için nihai maksattır. Bu nedenle “hayır” sayılan her şey bu kapsama alınmıştır.
Salât da her imkân ve her kimlik içindir. Çünkü o, dinin dolaysız anlatımlı tek rüknüdür. Bu nedenle herkes için nihai maksattır ve her zor durum için kolaylaştırılmıştır.
Nitekim zekâtın telafisi, ancak hayır türünden bir şeyle mümkün olur. Salâtın telafisi de kısaltılmış ve kolaylaştırılmış da olsa ancak bir salâtla mümkün olur.
Bütün diğer yükümlülükler, muhkem olan zekâta müteşabihtir. Zekâtın muayyini, muharriki, muhafızı ve mukavvimi ise salâttır. Bu nedenle; zekât salih amele, salât ise imana gösterge sayılmalıdır.
Kur’ân üslubunu, İslami literatürü ve Sadr-ı İslam’ı tahkik edenler, salât-iman ve zekât-amel ilişkisini müşahhas olarak müşahede edeceklerdir.
İlk müşahede basamağı elbette Kur’ân üslubudur. Burada iman ve türevlerinin kimi zaman salât ve türevleri ile yer değiştirdiği, salât zekât ardıllığının da iman-amel ardıllığı nispetinde olduğu görülür. İkinci müşahede basamağı İslami literatürdür. Orada düşman kardeşlerin bile, salât-zekât ayrılmazlığına iman-amel kuvvetinde vurgu yaptıklarına tanık olunur. Üçüncü müşahede basamağı ise Tarih’tir. Burada müminlerin ilk Emirinin salât ve zekât üzerindeki keyfiliği savaş sebebi saydığına şahitlik edilir.
Merkezi yönetime alışkın olmayan Bedeviler; “Peygamber vefat etti, zekâtı (sadakayı) o topluyordu, şimdi Ebu Bekir’e zekât vermeyiz” deyince, savaş gündeme gelir. Ancak Hz. Ömer savaştan yana değildir. Tevhide inananların dokunulmazlığı olduğunu Emire hatırlatır. Emir’in cevabı: “Salâtla zekâtın arasını açanlarla savaşırım” olur.
Şimdi soru şudur: Allah elçisinin en yakını ve müminlerin ilk Emiri, “Salâtla zekâtın arasını açanlarla savaşırım” demekle ne kast etmiştir? Hükmünü bilemediği zekât vermeme olayını, hükmünü bildiği (!) namaz kılmama olayına mı kıyaslamıştır? Yoksa bedevilerin hafife aldığı zekâtı, vahyin en önemli gördüğü salâtla mı kıyaslamıştır?
Dikkat edilirse, Bedeviler, zekâtı vermeme gerekçelerinde, zımnen salâtlarını ikame etmekte olduklarını dile getirmişlerdir.
Onların demek istediği, “İslam toplumunun üyesi olarak kalalım, ama merkezi otoriteye de zekât vermeyelim” dir. Hz. Ömer’in onlar lehine itirazı, hatta Hz. Ebu Bekrin ona cevabı da bu durumu teyit etmektedir.
Yani Hz. Ebu Bekir, salâtı kabul edenlerin, zekâtı reddetmiş olmalarına itiraz etmektedir. Önce onun gördüğü ve bilahare Hz. Ömer’in de katıldığı şey aslında şudur: Kur’ân, salâtın terk edilmesine karşı dünyevi bir ceza önermemiştir. Kur’ân’daki anlamıyla zekât da böyledir. Ancak iman salâtı, salât ise zekâtı gerekli kılar. Bu şekilde de, cihad, emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker gibi toplumsal hizmetler yerine getirilmiş olur. Toplumsal yaptırım gücü olmayan bir salât ise yok hükmündedir.
Bu durumda Bedevilerin ayrılıkçı olduklarına hükmedilmelidir.
Yani Hz. Ebu Bekir, ikame edilen salât ile verilmeyen zekâtın birer yükümlülük oluşlarını değil, imanın simgesi salât ile İslamlığın simgesi zekât arasındaki teori-pratik ilişkisini delil edinmiş ve bunun için imanla amelin, dinle şeriatın arasını açan bedevileri mürtet saymıştır.
Nitekim onun savaşının tarihteki adı mürtetlerle savaştır.
Yoksa Ebu Bekir (r.a.), Hâlik olan Allah’ın işlerini taklit eden bir melik değildir. O, Melik olan Allah’ın kullarıyla ilişkilerini (ihtiyarı) takip eden adil ve hikmetli bir yöneticidir.
Onun itikadı, ilke ve tören zorlamaya manidir. İlke ve tören zorlamak, Allah’ın işlerini (cebri) taklit ederek Tanrılığa soyunan meliklerin adetidir.
Nasıl mı?
Salât Oyunu Bozar
Kur’ân, elliden fazla yerde iman ve amel arasını açmamıştır. Bunların simgesi olan salât ve zekâtın arasını da otuz küsur ayette açmamıştır. Hz. Ebu Bekir’in içtihadı da bunların arasını açmamak üzerinedir.
Bu içtihadın, elbette bilmediğimiz başka boyutları, tarihi-siyasi sebepleri vardır. Nitekim meselenin evveliyatı şöyledir:
Mekke’nin fethinden hemen sonradır. Bedeviler, Hz. Peygamber’e gelerek “Biz de iman ettik” derler. Bunun üzerine Kur’ân, “Henüz iman kalplerinize girmedi, sadece teslim oldunuz!” şeklinde bir uyarıda bulunur. (Hucurât Suresi)
İlk Emir’e zekât vermeyenler, işte bu bedevilerin din isyanına katılan kimselerdir.
Olay bu bütünlüğü içinde ele alınırsa, İlk Emir’in içtihadının dini-ilâhi olmaktan çok, içtimai-siyasi olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca olayın ferdi olmayışı, aksine toplumsal bir isyan oluşu da, bu içtihadı Emir lehine anlamlı kılmaktadır.
Ayrıca Kur’ân’ın tavzihi, Bedeviler’in ganimet elde etmek veya kendilerini güvene almak için merkezi yönetime sığınmış olduklarını, onların gayelerinin dini değil dünyevi olduğunu göstermektedir. Çünkü onlar dine salât-iman kapısından değil, zekât-İslam kapısından girmişlerdir. Binaen aleyh onaylanan İslamlıkları da ilahi değil resmidir. Bu nedenle himaye altına alınmışlarsa da mezkûr surede “Dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?” şeklinde şiddetli bir ihtarla uyarılmışlardır.
Bizim meseleye temasımız ise bütün bunların dışında bir sebep içindir.
Rivayetlerde Hz. Ömer’in bu savaş fikrine ne zaman ve hangi gerekçeler üzerine ikna olduğu yeteri kadar açık olmasa da onun itiraz gerekçesi çok önemlidir. Biz, öncesini ve sonrasını, bu dönemle karşılaştırarak salât açısından bir mukayese imkânı oluşturmak istedik. Bu mukayese, salâtı ya da zekâtı terk edene had uygulanması hususunda dini bir sarahat olmadığını belgelemekte, ayrıca bu konudaki rivayetlerin üslubu, o güne kadar süre gelen uygulamalarda da böyle bir şeyin bilinmediğini göstermektedir.
Ne var ki mezhepleşme döneminde meselenin ferdi boyutu, içtimai boyutuyla aynılaştırılmış, ardından da “tarik-i salât” için şiddetli cezalar önerilmiştir. Daha sonra “tarik-i salât” lehine icat edilen “ıskat-ı salât” uygulamaları ise, onları öldürmeyi bile tecviz eden bu fetvalar yanında tam bir çelişki olarak yerini almıştır.
İşte namaz konusunda saltanat dönemlerindeki bazı siyasileri yönlendiren ve Fıkıh diliyle bize ulaşan bu ahkâmdır.
Yıl, bin dört yüz doksan dört. Tokatlı matematikçi Molla Lütfi, bir konuşmasında Hz. Ali’nin bedensel acıyı bile unutturan bir namazını hatırlatarak “Esas namaz odur, sizinki ise yatıp kalkmaktır” dediği için idam edilir.
Hz. Ali’nin gerçekten kendinden geçtiği bir namazı olmuş mudur? Yoksa menkıbevi bir anlatım mıdır? Tam olarak bilemiyoruz. Öte yandan Molla Lütfi, gerçekten namazın zahiriyle alay etti diye mi idam edilmiştir? Yoksa idam edilecekti de bu sözü de bahane mi gösterilmiştir? Bunu da tam olarak bilemiyoruz. Ama maalesef, mümin olduğu bilinen bir ferdin, namazın biçimine hakaret etti gerekçesiyle idam edilmiş olduğunu biliyoruz.
Oysa ilke ve merasimi dayatmak, yapmayanı hapsetmek, dönmeyeni dövmek, söylemeyene sövmek, giymeyeni sürmek, takmayanı öldürmek, Tanrı’nın işlerini ve din günündeki yargısını taklide soyunan zihinlerin ürünüdür.
Kaldı ki insanın içinden gelenlerle ona dayatılanların değer ve derecesi de hiçbir zaman eşit olamaz. Ayrıca zor, insanı kısıtlar, aşağılar ve algısını bozar. İkiyüzlü davranışlar başlatır. En evrensel ilkeler ve en kadim merasimler bile zorlananın elinde ters yüz olur.
Kur’ân’ın zekât-İslam kapısından gelen Bedevileri, daha önce salât-iman kapısından girenlerle eşit görmemekle birlikte, onları da dini himaye altına alması elbette çok anlamlıdır. Kur’ân, bu tavzihle, zahiren de olsa teslim olmalarını önceki durumlarına tercih etmiş, ama öte yandan ikiyüzlü davranmalarının menfezini de tıkamıştır.
Kur’ân, yine bu nedenle adamın şükür ve küfür yolunda özgür olduğunu söylemiştir. Başka pasajlar, bunun, “başkası değil sadece adam özgürdür” anlamına geldiğini teyit etmektedir.
Adam, mülk içinde özgürdür. Hem meleklere nispetle özgürdür. Hem meliklere karşı da özgür olmalıdır. Onun özgürlüğünü sınırlayabilecek tek şey, sadece kendi içinde yükselebilecek “el-Melik” inancıdır.
İşte salât, mutlak özgürlüğün el-Melik’e ait olduğunun ilanıdır.
Kur’ân üslubunda el-Melik, şimdiki hayattaki esbabın sahibi ve öteki hayattaki din gününün de yargıcıdır. Yani adam, şimdiki hayattaki bütün işlerinde O’nun esbabına mecburdur. Ama teklifleri karşısında özgürdür. Şükür veya küfür yolunu seçebilir. Bu tercihinin karşılığını ise öteki hayattaki din gününde bulacaktır.
Mushaf’ın ilki olan Fatiha Suresindeki “Mâlik” kelimesi, sonuncusu olan Nâs suresindeki “Melik” kelimesinden daha kapsamlıdır. Ve kendisini Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’in uygulamasına nispet eden herkes, her salâtın her rekâtında Fatiha’yı kıraat etmektedir.
Buna rağmen onların el-Melik dışında yöneldikleri melikleri varsa, bunun iki sebebi vardır:
Birincisi, dinin iki girişi olan iman ve islamı (teslimiyeti) aynılaştırmalarıdır. Din binasına Ömer gibi salât-iman kapısından değil de, Bedeviler gibi zekat-islam kapısından girmiş olmayı yeterli görenlerin, şeyhlerden, ulemadan, zenginlerden ve siyasilerden melikleri olmak zorundadır.
İkincisi, iman ve islam kardeşliklerini aynılaştırmalarıdır. Hicret öncesinde gerçekleşen salât üzerine oturmuş iman kardeşliği yerine, Fetihten sonraki Bedeviler gibi menfaat üzerine oturan islâm kardeşliği ile yetinenlerin şeyhlerden, ulemadan, zenginlerden ve siyasilerden melikleri asla eksik olmayacaktır.
Salât-iman girişini ve salât-iman kardeşliğini gereği gibi takdir edebilmek ise ancak şimdiki hayatın bir oyun ve eğlence olduğunu anlamakla mümkün olur.
Oyunlar, amaçsız tekrarlanan ileri geri hareketlerdir. Her oyun kurallıdır. Bu kurallar zamanla kendisini özne, oyuncuyu da nesne yapar.
Şimdiki hayatın oyununu bozarak insanı özgürleştirecek ve ona şimdiki hayatta özne olma imkânı verecek tek şey ise salâttır.
Ahmet Baydar [email protected] | |
|
Yukarı dön |
|
|
|
|