Yazanlarda |
|
Hamide Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 07 mart 2006 Gönderilenler: 74
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KUDSÎ HADÎSLER
İslam Düşüncesinde Sünnet, Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu. S. 281-299.
Sünnet'in vahiy ürünü olup olmadığı konusundaki tartışmalarla yakından ilgili bir başka konu da 'Kudsî Hadisler' meselesidir.
İlahî Hadisler veya Rabbânî Hadisler de denilen bu hadis türü hakkında kapsamlı bir araştırma yapılmış değildir. Bu bakımdan hadislerin Kudsî olan ve olmayan şeklinde tasnifi görüşünün ilk defa ne zaman ve kimin tarafından ortaya atıldığı ve 'Kudsî Hadis' kavramının ne gibi bir tarihi gelişim süreci izlediği sorularına tatminkâr cevaplar vermek zordur.
Ancak sadece bir fikir verebilmek için bazı hususları hatırlatmak da faydadan hali olmayacaktır. Dikkati çeken husus Kudsî Hadisler konusunun genelde muahhar sayılabilecek birtakım kaynaklarda ele alınmış olması; (55) ilk dönem kaynaklarında bu konuya hemen hiç temas edilmemesidir.
Hatta Kudsî Hadislere dair yapılan derleme çalışmalarında başvurulan hadislerin büyük bir kısmının 'Kütüb-i Sitte'den alındığı, ancak bu eserlerin müelliflerinin bu hadisleri Kudsî Hadisler şeklinde nitelendirdiklerini gösteren herhangi bir açıklamaya rastlanmadığı göze çarpmaktadır.
Bu ise, Kütüb-i Sitte müelliflerinin zihinlerinde 'Kudsî Hadisler' kavramının bulunmadığını gösteren bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Hatta Hadis Usûlüne dair yazılmış eserlerde -özellikle klasik olanlarında- dahi bu konunun yeterince ele alınmamış veya tamamen sükûtla geçiştirilmiş olması da oldukça manidardır.
Bütün bu hususları aslında, 'Kudsî Hadis' kavramı ortaya çıkmadan önce, Hz. Peygamberin bazı sözleri Allah'a izafe ettiğine dâir rivayetler ile kendi sözleri arasında herhangi bir fark görülmediği şeklinde yorumlamak mümkündür.
Şurası muhakkaktır ki, 'Kudsî Hadis' kavramının vahy-i metluv ve vahy-i gayr-i metluv ayrımıyla yakın bir ilgisi bulunmaktadır. Diğer bir ifade ile 'Kudsî Hadis' kavramı, Sünnet'i vahiy ürünü olduğu görüşünün bir uzantısı olarak ortaya çıkmış olmalıdır.;
'Kudsî Hadis' kavramının özellikle Sünnet'in de vahiy ürünü olduğu görüşünü benimseyen ilim çevrelerince ele alınıp geliştirildiği kuşkusuzdur. Bu görüşte olanlar 'Kudsî Hadis' kavramını temellendirmek ve onu vahiy olgusu içersinde bir yere oturtmak amacıyla vahiy türleri konusunda birtakım sınıflandırmalara da gitmişlerdir. Konunun daha iyi anlaşılması için önce bu husus üzerinde durmakta yarar yardır.
'Kudsî Hadis' kavramını kabul edenler, vahyi şu şekilde üçe ayırmaktadırlar:
l- Vahyin en üstün derecesidir ki, bu 'Kur'an'dır. Bu vahyin özellikleri 'mu'ciz' olması, tahrif ve değişiklikten korunmuş olması, ona abdestsiz dokunmanın ve cünüp olan tarafından okunmasının, mânâ ile rivayet edilmesinin, haram olması; namazda okunması, 'Kur'an' adı verilmesi, her harfinin okunmasına on sevap verilmesi; -Ahmed b. Hanbel'den bir rivayete göre- satımının haram olması, bölüm veya cümlelerine âyet veya sûre adı verilmesi gibi hususlardır. Diğer Mukaddes Kitaplar ile Kudsî Hadislerde bu özellik yoktur. Bunlara abdestsiz veya cünüp dokunmak, onları okumak, mânâ ile rivayet etmek caizdir. Namazda okunması kıraat yerine geçmez, hatta namazı geçersiz kılar. Bunlara 'Kur'an' adı verilmez, okuyana da her harfi karşılığında on sevap verilmez; satımı yasak değildir, bölüm veya cümlelerine âyet veya sûre adı verilmez.
2- Peygamberlerin, tahrif edilmeden önceki Mukaddes Kitapları.
3- Geriye kalan ise Kudsî Hadislerdir. Bunları Hz. Peygamber Allah'a (c.c.) nisbet etmekle birlikte, isnad açısından Âhâd haberlerdendir. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah'ın kelamıdır ve -çoğunlukla- O'na izafe edilmiştir. Bu durum da O'na izafe edilmesi 'konuşma veya söz'ün O'na ait olması' açısındandır, zira ilk olarak bu sözleri söylemiş olan O'dur. Bu hadisler bazen Hz.Peygamber'e de izafe edilir; çünkü Allah'tan bu sözü alıp nakleden odur. Kur'an ise böyle olmayıp, Allah'tan başkasına izafe edilmez.
Kudsî Hadisler dışındaki Hadislere gelince, bunların da hepsi vahiy ürünü müdür, değil midir? Bu hususta ihtilaf edilmiştir. 'O hevasından konuşmamaktadır' (53, en-Necm, 4) âyeti birinci görüşü doğrulamaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber 'İyi bilin ki, bana Kur'an ile birlikte bir de onun eşi, dengi, misli verildi.' buyurmuştur. Kudsî Hadislerin belli bir vahyediliş biçimi yoktur. Vahiy yollarından herhangi biriyle gelebilir, mesela rü'yada, kalbine ilkâ edilmekle, meleğin getirmesiyle olabilir.' (56)
Bu ayrımın doğru olup olmadığını tartışmaya geçmeden önce, bu ayrımı temellendirmek için öne sürülen gerekçelere de kısaca bir göz atmak gerekir.
Kur'an'ı Kur'an yapan özellikler arasında onun, benzerini insanların meydana getiremeyeceğini ve tahrif edilmesinin sözkonusu olamayacağını zikretmekle isabet edilmektedir; zira bu özellikler Kur'an'ın bizzat kendisinden kaynaklanan özelliklerdir. Fakat ona abdestsiz ve cünüp olarak dokunulmamasını, her harfinin okunmasına karşılık on sevap verilmesini, satımının haram kılınmasını, namazlarda okunması vb. hususları, Kur'an'ı diğer vahiylerden ayıran birer özellik olarak takdim etmek anlaşılır gibi değildir. Herşeyden önce bu zikredilenler dinin kesin gerçeklerinden değildir.
Çünkü Kur'an'a abdestsiz dokunulabileceğini, okunabileceğini söyleyen Sahabîler ve İslam âlimleri; yine mushaf alım-satımının caiz olduğunu söyleyen İslam âlimleri de vardır. Hele günümüzde mushaf alım-satımının haram olduğunu söylemek kadar abes birşey olamaz, nerede kaldı ki bu husus Kur'an'ın ayırıcı bir özelliği olsun, öte yandan 'Tahiyyat', 'Subhaneke', 'Kunut' gibi hadislerle sabit olan duaları da namazlarda -Kur'an olmadıkları halde- okumaktayız. Bu hususlan -İbn Hacer el-Heytemî gibi bir İslam âliminden naklen- el-Kasımî gibi bir çağdaş İslam âliminin kendi eserine aldığını görmek, inanılır gibi değildir.
Burada Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olduğunu savunan görüşün, Kudsî Hadisler konusuyla ilgili olarak karşı karşıya bulundukları bir probleme de işaret etmeliyiz. Çünkü bu görüşte olanların Kudsî Hadis meselesini izah etmeleri hayli güç görünmektedir. Zira yaygın olarak, Kur'an ile Kudsî Hadis arasındaki farkın şu şekilde formüle edildiğini biliyoruz:
Kur'an'ın hem lafzı hem mânâsı açık bir vahiy ile Allah'tandır; Kudsî Hadisler'in mânâsı ilham veya rüya yoluyla Allah'tan gelir; lafzı ise Hz. Peygamber'e aittir. (57)
Kur'an ile Kudsî Hadis arasındaki farkın diğer bir formüle ediliş şekli de şudur;
Kur'an'ın lafzı mu'cizdir (benzeri meydana getirilemez): Cebrail aracılığıyla indirilmiştir; Kudsî Hadis ise mu'ciz değildir ve vasıtasız vahyedilmişlir. (58)
et-Tîbi’den (ö. 743/1342) ise bu konuda şu formül nakledilmiştir:
__________________ Müslüman olmak güzeldir AMMA Hanif Müslüman olmak bir başkadır başka ......
|
Yukarı dön |
|
|
Hamide Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 07 mart 2006 Gönderilenler: 74
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur'an, Cebrail'in Hz. Peygamber'e indirdiği mu'ciz lafızlardır; Kudsî Hadislerin ise Allah mânâsını ilham veya rüya yoluyla Hz. Peygamber'e bildirir, Hz. Peygamber de bu mânâları kendi cümleleriyle ümmetine aktarır. Onun (s.a.v.) diğer hadisleri ise Allah'a izafe edilmediği gibi, O'ndan (c.c.) rivayet de edilmiş değildir. (59)
Birinci formülü ele alalım; Kudsî Hadisler'in mânâsının Allah'tan, lafzının ise Hz. Peygamber'den olduğunu söylemektedir. Ancak bu özellikle Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olduğu görüşünü bir çıkmaza sokmaktadır. Zira bu görüşe göre zaten bütün Hadislerin manası vahiy ürünü, lafızları ise Hz. Peygamber'e ait olduğu için normal hadislerle Kudsî Hadisler arasında bir fark bulunmamakta, dolayısıyla hadisleri Kudsî olan ve olmayan şeklinde ayırmak -bu görüşe göre- anlamsız olmaktadır.
Nitekim bu anlamsızlığın farkında olanların bulunduğunu da görmekteyiz. el-Kirmanî (ö. 786/1384) 'Şayet 'Hadislerin hepsi böyle (mânâsı Allah'tan, lafzı Hz. Peygamberden) dir.' nasıl öyle olmasın ki: 'O asla heva ve hevesinden konuşmamaktadır' dersen, cevabım şu olur; fark şudur; Kudsî Hadis Allah'a izafe edilir ve O'ndan rivayet edilir; diğer Hadisler ise böyle değildir.' (60) sözleriyle, normal hadislerle Kudsî Hadisler arasındaki farkı izah etmenin zorluğunun farkındadır.
Zira açıkça ortadadır ki, her iki türün de mânâsı Allah'tan ise, bunlardan birini Allah'tan rivayet edip diğerini rivayet etmemek elbette bir 'fark' sayılmaz. Çünkü Kudsî Hadisler dışındaki hadislerin de -mânâsı Allah'tan olduğu için- Allah'a izafe edilerek nakledilmemesi için hiçbir sebep yoktur.
Kudsî Hadis'i normal hadislerden ayırmak için öne sürülen bu kriterin tatminkâr olmadığı gayet açık görüldüğü içindir ki, bir de şu gerekçenin ileri sürülmesi lüzumu hissedilmiştir:
Kudsî Hadisleri diğerlerinden ayıran fark, onun Allah'ın zâtının ve cemal-celal sıfatlarının tenzihi konularıyla ilgili olmasıdır.(61)
Bu gerekçenin öncekinden daha zayıf bir gerekçe olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira Kudsî Hadisler dışında da Allah'ın tenzihine dair pekçok hadis bulunmaktadır. Dolayısıyla sadece ele aldığı konulara bakarak Kudsî Hadisleri ayrı bir hadis türü kabul etmek mümkün değildir.
Kudsî Hadisleri diğer hadislerden ayırdedici objektif bir kriter bulmak -özellikle Sünnet'i vahiy ürünü kabul eden görüşe göre- o kadar zor olmalı ki, -şayet rivayet doğru ise- ez-Zuhrî (0.124/741) gibi bazı İslâm âlimleri, son derece basit hususları dahi gerekçe olarak ileri sürmek durumunda kalmışlar ve şöyle demişlerdir:
Vahiy Allah'ın Peygamberlerinden birine vahyettiği, kalbine yerleştirdiği, Peygamber'in onu okuyup yazdırdığı şeydir. Vahyin bir de Peygamber'in [ibadet kastıyla] okumadığı, kimseye yazdırmadığı, yazılmasını emretmediği, sadece insanlara anlattığı, Allah'ın onu insanlara açıklamasını kendisine emrettiğini ifade etliği şekli vardır. (62)
ez-Zuhrî'nin bu rivayete göre öne sürdüğü gerekçelerin de tatminkâr olmaktan çok uzak olduğunda şüphe yoktur. Zira bir vahyin okunup okunmaması, yazılıp yazdırtılması veya aksi, vahiy olgusunun özüyle ilgili bir fark değildir. Hatta bu sayılanları 'fark' olarak dahi öne sürmek doğru değildir.
Aslında bütün bunlar Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olduğu görüşünden kaynaklanan birtakım güçlüklerdir. Yoksa Sünnet'in tamamının değil, sadece bir kısmının vahiy ürünü olabileceğini kabul eden görüş açısından, Kur'an ile Kudsî Hadis farkını izah etmek o kadar zor değildir. Zira bu görüşe göre Kur'an'ın hem mânâsının hem de lafzının Allah'tan; Kudsî Hadislerin ise sadece mânâsının ilham yoluyla Allah'tan, cümlelerin ise Hz. Peygamber'den olduğu şeklindeki bir izah tutarlı olacaktır. Çünkü bu takdirde Kudsî Hadislerin dışındaki hadislerin de hem mânâ hem de lafız olarak Hz. Peygamber'e ait olduğu ileri sürülebilecek ve herhangi bir çelişki sözkonusu olmayacaktır.
Görüldüğü gibi, mutlaka Kudsî Hadisler diye bir hadis türünün varlığından sözetmek ve bu hususta tutarlı olmak isteniyorsa, Sünnet'in tamamının vahiy ürünü olduğu görüşünden vazgeçmekten ve Sünnetlerin sadece pek az bir kısmının ilham ürünü olabileceğini, çoğunluğunun ise Hz. Peygamber'in Kur'an'a dayalı yorum ve uygulamaları olduğunu kabul etmekten başka bir yol bulunmamaktadır.
Ancak Kudsî Hadisler konusunda yazılanlara bakıldığında, şimdiye kadar, geçmişte söylenilenleri tekrarlamakla yetinildiği görülmektedir. Ne var ki bu konuda bugüne kadar sorulmamış olan şu soruyu da gündeme getirmek ve ona cevap aramak gerektiği inancındayız:
Acaba Kudsî Hadisleri mutlaka vahiy ürünü olarak izah etmek zorunlu mudur? Yoksa başka bir şekilde açıklanabilir mi? Biz bu sorulardan birincisine 'hayır', ikincisine de 'evet' cevabı veriyor ve diyoruz ki:
Kudsî Hadislerin ele aldığı konuların genelde ahlakî konular olduğu söylenebilir. Bu tür hadislerde ele alınan konuların ilke veya mânâ olarak Kur'an'da da yer aldığı; bir anlamda Kudsî Hadislerin Kur'an'daki bu mânâların açılımı olduğu düşünülebilir.
Bir örnek vermek gerekirse, et-Tirmizi’nin rivayet ettiği şu Kudsî Hadisi zikredebiliriz:
Hz. Peygamber dedi ki: Allah buyuruyor ki, 'Ben, kulum beni nasıl bilirse öyleyim ve dua ettiğinde ben onun yanında olurum.' (63)
Bu Kudsî Hadis aslında '(Ey Rasûlüm) kullarım sana beni sorarlarsa (bilsinler ki) ben kuşkusuz onlara yakınım. Benden isteyen olursa, isteyenin duasını kabul ederim.' (2, el-Bakara, 186) âyeti ile yakın bir benzerlik göstermektedir.
Yine şu Kudsî Hadis de örnek verilebilir:
Allah buyurur ki: Ben, kulum beni nasıl bilirse öyleyim, beni andığında ben de onunla olurum. Beni kendi kendine anarsa, ben de onu öyle anarım. Şayet beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir kol, bana bir kol boyu yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.
Bu hadis de şu âyetlerle açık bir anlam yakınlığı içinde görünmektedir:
Artık Beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin (2, el-Bakara, 152): Rabbini gönülden ve korkarak, içinden hafif bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma. (7, el-A'raf, 205): Hac ibadetinizi bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hattâ ondan da güçlü bir şekilde Allah'ı anın. (2, el-Bakara, 200) .
Görüldüğü gibi birtakım Kudsî Hadislerle, bazı âyetler arasında yakın bir anlam benzerliği bulunmaktadır. Bu durumda Hz. Peygamber'in Kur'an'dan aldığı ilhamla bu âyetleri, farklı bir şekilde, kendi ifadeleriyle sunmuş olabileceği -en azından bir ihtimal olarak- düşünülebilir.
Burada sözkonusu edilenin bir ihtimal veya varsayım olduğunu, bu görüşün incelenmesi gerektiğini, yoksa bu görüşün mutlaka doğru olduğu iddiasında bulunulmadığını da belirtelim. Bu görüş karşısında takınılması gereken tavır, hemen red cihetine gitmekten ziyade, bu fikrin doğru olup olamayacağını araştırmak olmalıdır. Bu fikrin doğru olup olamayacağını belirlemenin en emin yolu ise, Kudsî Hadislerle Kur'an'ın kapsamlı ve titiz bir mukayesesine girişmektir.
Kudsî Hadislerle ilgili olarak üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir varsayım da şu olabilir.
Hadis ilmi açısından Kudsî Hadislerle diğer hadisler arasında herhangi bir fark yoktur. Zira her iki türe dahil hadisler de birtakım raviler aracılığıyla, yani isnad ile bize ulaşmaktadır. Yine her iki tür hadisler içersinde sahih olanların yanında Hasen, Zayıf veya Mevzu (uydurma) olanlar bulunmaktadır. Kudsî Hadisler de diğerleri gibi raviler aracılığıyla nakledildikleri için, hadislerin rivayeti esnasında görülen ve ravilerin beşer olma özelliklerinden kaynaklanan birtakım hatâların, Kudsî Hadisler için de sözkonusu olacağı muhakkaktır. Bu duruma önce Kudsî olmayan hadislerden örnek verecek olursak, bazen bir sözün aynı anda hem Sahabe sözü, hem de Peygamber sözü olarak kaynaklarda yer aldığını gösterebiliriz.
Meselâ, 'Bu Kur'an Allah'ın sofrasıdır; bu sofradan alabildiğinizi almaya çalışın...' sözü, Abdurrazzak ve ed-Dârîmî tarafından Abdullah b. Mes'ûd'un sözü olarak nakledilirken, (65) el-; Hâkim tarafından Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet edilmiştir. (66)
Yine 'Allah vahyedeceği şeyi söylediği zaman melekler zincir şakırtısına benzer bir ses işitirler.' mealindeki bir hadisin hem Abdullah b. Mes'ûd'un, hem de Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet edildiği görülmektedir. (67)
Araştırıldığı takdirde bu örneklerin sayısının daha da artacağı kuşkusuzdur. Ancak bizim amacımız sadece hadislerle ilgili bir probleme dikkat çekmek olduğundan, verilen örnekler bizce yeterlidir. Bu hususun ayrı bir araştırma konusu olduğunda ise kuşku yoktur.
İşte normal hadisler için sözkonusu olan bu durum, Kudsî Hadisler için de aynen geçerli olabilir. Yani, Hz. Peygamber'in bir sözü, bilahare ravilerin hataları sonucu Kudsî bir hadis halinde rivayet edilebilir ve bu şekilde kaynaklara geçmiş olabilir. Elbette bu bir varsayımdır ve kesin değildir. Ancak bu konu üzerinde bizi düşünmeye sevkedecek bazı örnekler de yok değildir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği:
Her kim bir iyilik yapmaya niyet eder de yapmazsa Allah ona bir sevap yazar. Niyet eder de aynı zamanda yaparsa, Allah ona on ile yediyüz arasında sevap yazar. Kim de bir kötülük yapmaya niyet eder, sonra onu yapmaktan vazgeçerse Allah ona bir sevap yazar. Niyet eder de yaparsa, bu takdirde bir kötülük yazar. (68)
mealindeki Kudsî Hadis ile, bundan bir önceki;
Kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapmazsa ona bir sevap yazılır. Kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de o iyiliği yaparsa, o zaman ona on ile yediyüz arasında sevap yazılır. Kim bir kötülük işlemeye niyet eder, ama onu yapmazsa, ona kötülük yazılmaz, şayet yaparsa bir kötülük yazılır. (69)
mealindeki normal hadis birbirinin aynısıdır.
Bu hadislerden ilkini Hz. Peygamber Rabbinin sözü olarak nakletmekte; ikinci rivayette ise aynı sözler Hz. Peygamberin kendi sözü olarak rivayet edilmektedir.
Hatta Ahmed b. Hanbel'in Musned'inde bu rivayet,(70) hem (Rasûlullah buyurdu ki...) şeklinde Hz. Peygamber'e izafe edilmiş, fakat ardından (Kulum bir iyilik yapmaya niyetlendiği takdirde...) ' şeklindeki Kudsî bir hadis, Hz. Peygamber'in sözü gibi nakledilmiş ve ortaya Hz. Peygamber'in sözü mü yoksa Kudsî Hadis mi olduğu belli olmayan garip bir hadis şekli çıkmıştır.
Sadece bu örnek dahi, yukarıda normal hadisler için sözkonusu ettiğimiz problemin, aynen Kudsî Hadisler için de geçerli olduğunu göstermeye yeterlidir.
Tabiatıyla burada verilen örneklere bakarak, Hz. Peygamber'in sözü gibi görünen rivayetlerin, aslında Kudsî Hadis olması gerektiği de söylenebilir ve bu da bir ihtimaldir.
Ancak unutulmaması gereken şudur ki; Kudsî Hadislerin aslında Hz. Peygamber'in sözü olabileceği ihtimali ile Hz. Peygamber'in kendi sözü gibi görünen bazı rivayetlerin aslında Kudsî Hadis olabileceği ihtimali aynı oranda sözkonusudur. Dolayısıyla her iki ihtimali de aynı oranda değerlendirmek icabeder. Ancak bu hiçbir surette, Kudsî Hadislerin aslında Hz. Peygamber'in sözü olabileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz.
Kudsî Hadislerle ilgili olarak üzerinde durulması gereken son bir ihtimal daha vadır. O da, bazı Kudsî Hadislerin aslında, geçmiş kutsal kitaplardan alınmış olabileceği ihtimalidir. Zira bilinen bir gerçektir ki, başta Yahudi ve Hristiyan kültürü olmak üzere, birçok kültüre ait unsurlar, çeşitli sebeplerle İslam kültürüne sızmış ve zaman zaman 'Hadis' olarak ortaya çıkmıştır.
Hadis ilminde bu tür rivayetlere genel olarak 'İsrâiliyyât-Mesîhiyyât' adı verilmektedir. Özellikle Yahudi ve Hıristiyanlar'dan müslümanlar olanlar, eski inanç ve kültürlerinden kopmayarak -kasıtlı ya da kasıtsız- bunları İslam toplumuna da taşımışlar ve zaman içersinde bu bilgiler İslam kültürüne büyük ölçüde nüfuz etmiştir. İslam kültürüne dışarıdan sokulan bu bilgilerin pekçoğu, açıkça ve doğrudan değil, birer 'Hadis' şeklinde sokulmuştur.
'İsrâiliyyât-Mesihiyyât' rivayetleri olarak adlandırılan bu İslam dışı unsurlar, İslam toplumunun bünyesini o derece sarmıştır ki, İslam âlimleri ve özellikle Hadisçiler bu durumu ciddî bir tehlike olarak görmüşler ve bunların içyüzünü ortaya koymak için büyük çabalar harcamışlardır. Ancak harcanan bunca çabalara rağmen bu rivayetlerin pekçoğu, Hadis, Tefsir, Tarih ve Ahlâk-Mev'ıza alanlarında yazılan birçok eserde kalabilmiş ve varlıklarını bugüne kadar devam ettirebilmişdir. (71)
__________________ Müslüman olmak güzeldir AMMA Hanif Müslüman olmak bir başkadır başka ......
|
Yukarı dön |
|
|
Hamide Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 07 mart 2006 Gönderilenler: 74
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İşte birer hadis olarak İslam kültürüne sızmış olan bu İslam dışı kültür unsurlarının bazılarının 'Kudsî Hadis' şekline girmiş olması da bizce ihtimal dahilinde görünmektedir. Ancak bunun gözardı edilemeyecek kadar ciddî bir ihtimal olduğunu da hemen ilave etmek gerekir. Zira bu ihtimalin ciddîyetini gösteren birtakım örnekler sözkonusudur. Önce bu örnekleri görelim:
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle denmektedir:
Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: 'Allah (c.c.) kıyamet günü şöyle der: - Ey Ademoğlu, ben hasta oldum beni ziyaret etmedin. - Ey Rabbim, sen âlemlerin Rabbi'sin; Sen'i nasıl ziyaret edebilirim ki? - Unuttun mu benim falan kulum hastalanmıştı da onu ziyaret etmemiştin. Şayet onu ziyaret etseydin, beni de onun yanında bulacağını düşünmedin mi? - Ey Ademoğlu senden bana yiyecek vermeni istedim, vermedin. -Ey Rabbim, Sen alemlerin Rabbi'sin; Sana nasıl yiyecek ikram edebilirim ki? - Unuttun mu benim falan kulum senden yiyecek istemişti sen de vermemiştin? Şayet ona yemek verseydin, bu iyiliğini benim katımda bulurdun. - Ey Ademoğlu senden su istedim, vermedin. - Ey Rabbim, Sen alemlerin Rabbi'sin, sana nasıl su verebilirim ki? -Benim falan kulum senden su istemişti de, sen vermemiştin. Şayet sen ona su verseydin, bu iyiliği benim katımda bulurdun. (72)
Bu Kudsî Hadisi şimdi İncil'deki şu ifadelerle karşılaştıralım:. [
O zaman Kral, sağındakilere diyecektir: Ey sizler, Babamın mübarekleri, gelin, dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan melekûtu miras alın. Zira aç idim, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz; yabancı idim, beni içeri aldınız; çıplak idim, beni giydirdiniz; hasta idim beni aradınız; zindanda idim, yanıma geldiniz. O zaman salihler ona cevap verip diyecekler: Ya Rab, biz seni ne zaman aç görüp yedirdik veya susamış görüp içirdik? Ve ne zaman seni yabancı görüp içeri aldık veya çıplak görüp giydirdik? Ve ne zaman seni hasta veya zindanda görüp yanına geldik? Kral cevap verip onlara diyecek: Doğrusu size derim: Madem ki bu kardeşlerimden, şu en küçüklerinden birine [bu iyilikleri] yaptınız, bana yapmış oldunuz. O zaman solundakilere de diyecek: Ey lanetliler, benim yanımdan İblis ile onun meleklerine hazırlanmış olan ebedî ateşe girin. Çünkü aç idim, bana yiyecek vermediniz; susamıştım, bana içecek vermediniz; yabancı idim, beni içeri almadınız; çıplak idim beni giydirmediniz; hasta ve zindanda idim, beni aramadınız. O zaman onlar da cevap verip diyecekler: Ya Rab, seni ne vakit aç veya susamış yahut yabancı veya çıplak, yahut hasta veya zindanda gördük de, sana hizmet etmedik? O zaman onlara cevap verip diyecek: Doğrusu size derim: Madem ki bu en küçüklerden birine [bu iyilikleri] yapmadınız, bana da yapmamış oldunuz. Ve bunlar ebedî azaba, fakat salihler ebedî hayata gideceklerdir. (73)
Müslim'de yer alan yukarıdaki Kudsî Hadis ile İncil'deki ifadeler arasındaki benzerlik tartışmaya gerek kalmayacak kadar açıktır.
Kudsî Hadislerle Tevrat ve İncil arasındaki ilişki başka rivayetlerde de açık bir şekilde görülmektedir:
Meselâ, Buhari es-Sahih'inde şu hadisi nakletmektedir:
Her kim rızkının genişlemesini ve ömrünün uzamasını arzu ediyorsa akrabalarını ziyaret etsin. (74)
Ahmed b. Hanbel de el-Musnedinde benzer bir rivayeti nakletmektedir:
Her kim ömrünün uzamasını ve rızkının artmasını arzu ediyorsa, ana-babasına iyilik etsin, akrabalarını ziyaret etsin. (75)
el-Hâkim en-Neysâburi’nin el-Mustedrek'inden da benzer bir rivayet nakledelim:
Kim Allah'ın kendisinin ömrünü uzatmasını, rızkını genişletmesini ve kötü ölüm'ü kendisinden uzaklaştırmasını arzu ediyorsa, Allah'tan sakınsın ve akrabalarını ziyaret etsin. (76)
Bu hadisler ile Kitab-ı Mukaddes'in şu ifadeleri arasında yakın bir benzerlik olduğu görülmektedir:
Babana anana hürmet et, tâ ki Allah'ın Rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun. (77)
Allah'ın sana emrettiği gibi babana ve anana hürmet et; ta ki ömrün uzun olsun ve Allah'ın Rabbin sana vermekte olduğu toprakta sana iyilik olsun. (78)
Yukarıdaki hadislerle Kitab-ı Mukaddes'teki ilgili ifadelerin 'Kudsî Hadisler' konusuyla ne gibi bir ilgisinin bulunduğu sorulabilir. Aslında verilen hadisler görünürde Kudsî Hadislerden değildir. Ancak kaynakların titiz bir şekilde taranması, durumun gerçekte böyle olmadığını ve bu hadislerin Kitab-ı Mukaddes'ten alındığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu hadislerin aslının Tevrat'tan alınma ifadeler olduğunu bizzat Hz. Peygamber'in açıkça ifade ettiğini gördüğümüz aşağıdaki rivayet hayli ilgi çekicidir:
İbn Abbas Hz. Peygamber (s.a.v.) 'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: 'Tevratta: 'Her kim hayatının uzun olmasını, rızkının artmasını arzu ediyorsa akrabalarını ziyaret etsin' diye yazılıdır. (79)
Bu son rivayet daha önce zikrettiğimiz hadislerin Hz. Peygamber'in kendi sözü olmadığı, aksine, Hz. Peygamberin, hakkında bilgi sahibi bulunduğu Tevrat'ın bu ifadelerini, vahiy olması itibariyle 'Kudsî Hadis' olarak sunduğu şeklinde yorumlanabilir.
Bu durum, 'Kudsî Hadisler' ile 'Kitâb-ı Mukaddes' arasındaki ilişkinin sadece bir ihtimal olmadığını, bilakis rivayetlerin sahih olduğu varsayılacak olduğu takdirde, bu ilişkinin belli bir gerçekliği bulunduğunu göstermektedir.
Bir başka örnek de şudur:
ed-Deylemî, Hz. Peygamber'den onun şöyle dediğini nakletmektedir: 'İncil'de şöyle yazılmıştır: 'Ne yaparsan onu bulursun, hangi ölçekle ölçersen o ölçekle alırsın, (ne edersen kendine edersin, ne ekersen onu biçersin.) '
Bu rivayet de 'Kudsî Hadisler' ile İncil'in ilişkisi bulunduğunu göstermektedir. Nitekim İncil'de bu rivayete uygun olan şu ifadeler yer almaktadır:
Verin, size de verilecektir, sizin kucağınıza, güzelce basılmış ve silkelenmiş, taşkın, iyi ölçekle verilecektir, zira hangi ölçekle ölçerseniz, o ölçekle size ölçülecektir. (81) Hükmetmeyin ki, hükmolunmayasınız Çünkü ne hükümle hükmederseniz, onunla hükmolunacaksınız; ölçtüğünüz ölçü ile size de ölçülecektir. (82)
Yukarıdaki rivayet, Hz. Peygamber'in İncil'de yer alan bazı ifadeleri de, vahiy olması sebebiyle, 'Kudsî Hadis' olarak sunmuş olabileceğini göstermektedir.
Mamafih Kudsî Hadisler ile Kitab-ı Mukaddes arasındaki ilişkiyi gösteren bu rivayetlerin aslının bulunmadığı, ve muhtemelen uydurma (mevzu) olduğu da ileri sürülebilir. Ancak bu tür bir iddia, yine de söz konusu ilişkiyi tamamen ortadan kaldırmaya yetecek nitelikte değildir. Zira bu hadislerin uydurma olarak kabul edilmesi dahi, bu hadisleri uydurduğu farzedilenlerin ve bu hadisleri eserlerine alan İslam âlimlerinin zihinlerinde böyle bir ilişkinin varlığını ortaya koymaktadır.
Bizce önemli olan, şu veya bu şekilde, Kudsî Hadislerle Kitâb-ı Mukaddes -veya varsa diğer kaynaklar- arasında sözkonusu olan bir ilişkidir. Bu ilişkinin daha açık ve kesin olarak ortaya çıkabilmesi elbette Kudsi Hadislerle Kitab-ı Mukaddes vb. dinî metinlerin titiz ve kapsamlı bir mukayesesine bağlıdır. (83)
Ancak buraya kadar verdiğimiz örnekler, en azından, Kudsî Hadisler konusundaki klasik anlayışın sanıldığı kadar doğru olmadığını; bu tür hadislerin mahiyetiyle ilgili birçok ihtimalin ve bu ihtimallere bağlı olarak birçok problemlerin sözkonusu olabileceğini açıkça gözler önüne sermektedir.
Tekrar ifade edelim ki, Kudsî Hadislerin, hadis ilmi açısından diğer hadislerden hiçbir farkı, veya ayrıcalığı yoktur. Kudsî Hadislerin hepsi de Âhâd haberlerden olup, birer isnad ile bize ulaşmış bulunmaktadır. Bu bakımdan bugün için bizim, bu hadislerin kesin olarak Hz. Peygamber'in ağzından çıktığını iddia etmemiz mümkün değildir. Çünkü ehline malum olduğu gibi Âhâd hadisler zann-ı gâlib ifade ederler. Bu ise, bu hadislerin Hz. Peygamber'in sözü olma 'ihtimalinin' ağır bastığı, ancak ona ait olmama ihtimalinin sıfır olmadığı anlamına gelir. (84)
Binaenaleyh bir kimse bu tür hadislerin hiçbirinin Hz. Peygamber'e ait olduğunu kabul etmediğini söylese dahi, bu sebeple dinden çıkmış olmaz. Burada bu hadislerin Hz. Peygamber'e ait oluşunu reddetmek ile; Hz. Peygamber'e ait olduğunu kabul edip reddetmek arasında fark olduğunu, ikisinin aynı şey olmadığını özellikle belirtmemiz gerekir.
Bizim kastettiğimiz bunlardan birincisidir. Bir anlamda bu, Kudsî Hadislerin sübûtunu reddetmek demektir. Bu tür hadisler mütevatir olmadığı, dolayısıyla sübûtu kesin olmadığı için inkarı küfrü gerektirmez; Kudsî Hadislere bakılacak olursa, gerçekten de bunların birer Âhâd haberden ibaret oldukları, bunların da diğer Âhâd hadisler gibi Sahih, Hasen, Zayıf veya Mevzu (uydurma) olabileceği kolayca görülür.
Meselâ Kudsî Hadisleri toplayan en geniş eserlerin başında gelen ve Mısır Vakıflar Bakanlığı'nca neşredilen el-Âhâdisu'l-Kudsiyye (Kudsî Hadisler) adlı esere bakılacak olursa -ki eser dörtyüz Kudsî Hadisi ihtiva etmektedir- bu hadislerin başta Kütüb-i Sitte olmak üzere çeşitli hadis kitaplarından derlendikleri görülür. Hatta bunlar içersinde zayıf ve muhtemelen uydurma olanlara bile rastlanmaktadır. (85)
Öte yandan Kudsî Hadis oldukları söylenen birçok hadisin açıkça uydurma olduğunu da görmekteyiz. Örnek olarak özellikle Tasavvufî çevrelerde çok yaygın olan iki uydurma Kudsî Hadisi zikredebiliriz:
Bunlardan birisi 'Sen olmasaydın, sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım' rivayeti, diğeri ise 'Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve insanları (veya bütün mahlukatı) yarattım' rivayetidir. Bu rivayetlerden her ikisinin de -Kudsî olduğu kabul edilmesine rağmen- mevzu (uydurma) olduğu mevzuat kitaplarında açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır. (86) Bazılarının bu rivayetlerin mânâlarının doğru olduğunu söyleyerek onları savunması ise neticeyi hiçbir şekilde değiştirmez.
Özetleyecek olursak Kudsî Hadislerin diğer hadislerden herhangi bir ayrıcalığı söz konusu değildir. Diğer hadisler gibi onlar da Hadis ilminin kriterlerine göre değerlendirilir. Yani gerek isnadı gerek metni açısından tedkik edilir, isnadının sağlamlığı, metninin de İslam'ın ruhuna, Kur'an'ın esaslarına uygunluğu sağlanırsa, o takdirde bu hadisin Sahih olduğuna hükmedilebilir. Aksi takdirde Zayıf, hatta bazen Mevzu (uydurma) hükmünü vermek zorunlu olur. Bütün bu gerçeklere rağmen bu tür Mevzu (uydurma) hadisleri 'Kudsî Hadis' adı altında sunmak, hatta bu konuda ısrar etmek ise ilme sırt çevirmek anlamına gelir.
Kudsî Hadislerle ilgili olarak bütün bu söylediklerimiz, konunun halâ incelenmeye muhtaç yönleri bulunduğunu göstermek içindir. Bu ise, Kudsî Hadisler'in gayr-ı metluvv vahiy ürünü olarak görülmesinin o kadar kolay olmadığını açıkça göstermektedir.
55 Bkz.: Prof. Dr. Tayyip Okiç, Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tedkikler (A.Ü.İ.F. yay., XXVII, ist., 1959) , s. 15. 56 el-Kasımî, Kavâ'idu't-Tahdîs (Dımeşk, 1353) , s.39-40; keza bkz.: el-Kirmânî, el-Kevâkibu'd-Derârî (Şerhu Sahîhi'l-Buhârî) , (Mısır, 1356 baskısının 1401'de ofset baskısı) , K. 79-80. 57 el-Kasımî, a.g.e., s.40 (Ebul-Bakâ'dan naklen) . 58 A.y. 59 el-Kirmânî, a.g.e., IX. 79-80. 60 el-Kirmânî, a.g.e., IX. 79. 61 A.y. 62 es-Suyûtî, el-Itkân fî Ulumi'l-Kur'ân (Mısır, 1278) , I.55'ten naklen. 63 et-Tirmizî, es-Sunen. 37, Zuhd, 51, hadis no: 2383 (IV. 596) . 64 el-Buharî, es-Sahih, 97. Tevhid, 15 (K. 121): Müslim, es-Sahih, 48, Zikr-Dua-Tevbe, l, hadis no: 2675 (IV. 2061): et-Tirmizi, es-Sunen, 49, Da'avat, 132, hadis no: 3603 (V. 581) . 65 Abdurrazzak, el-Musannef (Beyrut, 1390/1971) , III. 375, hadis no: 6017; ed-Dârîmî, es-Sunen (Neşâtâbâd-Faysalâbâd-Pakistan. 1404/1984) , n.308, hadis no: 3310; 11.310, hadis no: 3318. 66 el-Hâkim en-Neysâbûrî, el-Mustedraka ale's-Sahihayn (Haydarabat, 1334-1342) , I. 555. 67 Bkz.: İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, (Beyrut,? . M. F. Abdulbaki - Muhibbuddin el-Hatib neşri) , XIII. 456 (97, et-Tevhîd, 32): el-Lâlekâi, Şerhu Usûli İ'tikâdi Ehli's-Sunne ve'l-Cemâ'a (Riyad,?) , II.334. 68 Müslim, l, İman, 59. hadis no: 207 (I. 118) . 69 A.y. hadis no: 206. 70 Ahmed b. Hanbel, el-Musned (Bulak.1313) , II. 315. 71 Bu konuda bkz.: Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrailiyyât (D.I.B. Yayını. Ank. 1979): Mahmud Ebû Reyye, Muhammedi Sünnet'in Aydınlatılması (İst. 1988) , s.163-199 (İsrailliyyât): 201-211 (Mesihiyyât) . 72 Müslim, 45 Birr-Sıla-Adab, 13, hadis no: 43 (IV. 1990) . 73 Matta. XXVI. 34-46. 74 el-Buhâri, 78. Edeb, 12 (VIII.5) . 75 Ahmed b. Hanbel, el-Musned, III. 266. 76 el-Hâkim, el-Mustedrak, IV. 161 77 Çıkış, XX, 12. 78 Tesniye, V.16; bkz.: XXII. 7; XXX.20. 79 el-Hakim. a.g.e., IV. 160 (Kitabul-Birr ve's-Sıla): bu hadisi Hasan Hüsnü Erdem, İlahi Hadisler (Dİ.B. Yay., Ank. 1963) adlı derlemede (s.34) zikretmiştir. 80 Hasan Hüsnü Erdem, a.g.e.. s.22 (ed-Deylemi’nin Musned'inden naklen) . 81 Luka, VI. 38. 82 Matta, VII. 1-2. 83 Burada Kudsî hadisler ile Kitab-ı Mukaddes arasındaki ilişkiye dikkatimizi çeken Yrd. Doç. Dr. Mehmed Paçacı’ya teşekkür borçlu olduğumuzu belirtmek isteriz. 84 Bkz: es-Serahsî, el-Usûl, (Beyrut, 1393/1973) , I. 333. 85 Bkz.: el-Ahadisul-Kudsiyye (Vakıflar Bakanlığı neşri. Mısır, 1405/1986) , (VI. baskı) , s.77. hadis no: 73; s.101. hadis no: 97; s. 168-169. hadis no: 152. 86 Bkz.: Aliyyul-Kârî, el-Esrâru'l-Marfu'a fı'1-Ahbari'l-Mavdû'a, (Beyrut, 1371/ 1971) , s.273, no.: 353; s.295, no: 385; es-Sehâvî, el-Makdsıdu'1-Hasene (Mısır, 1375/1956) , s.327, no: 838; ayrıca Louis Massignon, apokrif (mevzu) Kudsî Hadislerin birçoğunu sûfî şathiyyatından addetmiş ve bazılarının isnad edildiği kimselerin listesini tanzim etmiştir. Bkz.: Essai sur leş origines du lexique de la mystiaue Musulmane, Paris, 1922, s. 106-108 (Table des auteurs responsables des certaines ahadith qudsiyah celebres) . (Zikreden: Prof. Dr. Tayyip Okiç, a.g.e., s. 14) .
__________________ Müslüman olmak güzeldir AMMA Hanif Müslüman olmak bir başkadır başka ......
|
Yukarı dön |
|
|
safbilgi Yasaklı
Katılma Tarihi: 25 agustos 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 841
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam
Güzel bir çalışmayı yansıtmışsın.Levlake kutsi hadisi yani ''ey sevgılım sen olmasaydın kainatı yaratmazdım'',hiristiyanlarında kendi peygamberleri İsa için kullandıkları bir söz.Bu sözün çıkışını yeni açtığım forumda verdim.
Özet olarak benım mantıksal çıkarım,yahudilerın ve hiristıyanların bizi hırıstıyanlaştırmak yada mırac hurafesındeki saçma namaz pazarladığında Hz Musanın peygamnberimizi azarladığı gibi,kendi peygamberlerini üstün göstermek,islamı yozlaştırıp kendi dınlerıne benzetmek adına emevi ve abbası dönemleriyle baslayan bu yozlaşma sürecinde,casusluk ve takıyyeyle dınımıze sokuşturdukları hadislerdir.Bu oyuna gelen cahıl muslumanlar yada hadis toplayıcaları,yazıcıları,bu hadisleri incil ve tevratta da görünce bunların kutsal kıtap hukmunde olduğuna kanaat getirmişlerdir yada öyle ibare koymak zorunda kalmışlardır zavallıca...
|
A'raf Suresi |
185 |
Göklerin ve yerin melekutuna, Allah'ın yarattığı herhangi birşeye bakmadılar mı; ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmediler mi? Peki, bu Kur'an'dan sonra hangi hadise/söze iman ediyorlar? |
ALLAH'A EMANET OLUN
|
Yukarı dön |
|
|
Azure Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 28 mayis 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 80
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
peki incille benzer hadisdeki olayın doğru olabileceği hiç aklınıza gelmedi mi?hemen incilden çalmışlar diyorsunuz.incili gönül gözünüzle okursanız çok şeyler bulabilirsiniz.neden se bize hep incil veya tevrat şeytan sözüymüş gibi gösterilir hep.hatta onu bırak şurdaki küçümsenerek verilen ya rabbi yemen içmen varmı dır sorusuna "yemem içmem fakirlerin yemesi içmesi" cevabı da böyledir.insanlar malesef gönül gözlerini açamayıp yukarda hayali bir tanrıya inanıyorlar.
halbu ki hep dendiği gibi içinizdeki Allahın varlığına yönelmeniz gerekiyor.Allahı o şekilde kendi varlığınızla tanımanız gerekiyor.
İsa veya Musa başkalarının peygamberi de sadece Muhammed bizim peygamberimiz diye bişey yok.hepsi de bizim peygamberlerimizdir.
|
Yukarı dön |
|
|
safbilgi Yasaklı
Katılma Tarihi: 25 agustos 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 841
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam Azure
hepsi bızım peygamberımızdır ama Kurandaki şeklıyle .Enam 38 Kuran eksık degıldır,herseyı detaylı anlatır ,Hakem,Furkan hakla batılı ayıran odur,beserı heveslerle tahrıp olmuş İncil yada tevrat degıl Levhi mahfuzda korunmayan,Kuranda olmayan hadısler zan altındadır,Allahsa zana yaklaşmayın der...
Not:Fethullah gulenın baslattığı dıyalog hıç realıst degıldır,menfııdır,papanın son konuşması açıktır.
|
Yukarı dön |
|
|
SAMET70 Newbie
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Yer: Ingiltere Gönderilenler: 28
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Azure yazdı.
"peki incille benzer hadisdeki olayın doğru olabileceği hiç aklınıza gelmedi mi?hemen incilden çalmışlar diyorsunuz.incili gönül gözünüzle okursanız çok şeyler bulabilirsiniz.neden se bize hep incil veya tevrat şeytan sözüymüş gibi gösterilir hep."
incilde hala ilahi vahiyler olduğuna inanıyorum.Çünkü rabbimiz bizim bazen onlara bakmamızı söylüyor ayette. Ancak benim ahiretteki sınav kitabım Kuran olduğundan ben şu anda öncelikle onda yoğunlaşmamız ve onu özümseyip içselleştirdikten sonra bunlara yönelmemiz gerektiği kanaatini taşıyorum.selam ile.
__________________ YALNIZCA KURANLA CENNETE GİTMEK İSTEYENLERE SELAM OLSUN.
|
Yukarı dön |
|
|
safbilgi Yasaklı
Katılma Tarihi: 25 agustos 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 841
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Arkadaşlar bende İniclde tahrıp olmamış şeyler olduğuna inanıyorum ve okudum bastan sona ,ama şu var ki gerçekten yaklaşık % 80 tahrıp olmuş,havarıler kendılerı yazmışlar.Allah ,Kuranın butun kitapları tasdıkleyıcı ve onlardan bır adım önde ve dının Kuranın indirilmesiyle tamamlandığını söylüyorsa gerı kalanların doğru vahıylerı zaten Kuranda vardır.Allah bır ayetı kanıtı ortadan kaldırırsa daha guzelını getırır,bu hukum kutsal kitaplar içindir,yanlış anlaşıldığı üzere Kuranın kendi ayetleri içinde birbirıne karsı degıl.Maalesef bu hukmu kendı çıkarına yoran mezhepçiler nesh saçmalığıyla hadislere bıle Kuran ayetlerını nesh yetkısı vermiştir,sonra zaten anlaşmazlık olmuş 1 mılyon hadis hak dınını mezheplere bölmüştür.
selam ile..
|
Yukarı dön |
|
|
Faik Durmaz Newbie
Katılma Tarihi: 15 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 21
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
-
|
Yukarı dön |
|
|
muhliskul Ayrıldı
Katılma Tarihi: 26 nisan 2007 Yer: Australia Gönderilenler: 854
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
VAHİY SAVUNMASI / KUR'AN DIŞI VAHYİN İMKANSIZLIĞI KİTABI ÜZERİNE Tarih: 7.12.2002 Saat: 20:32 Gönderen: yasar |
MEHMET YAŞAR SOYALAN
Genel anlamda bütün vahiylerin, özel anlamda da Kuran vahyinin herhangi bir savunmaya ihtiyacı bulunmakta mıdır? Veya bugün özellikle Kur’an vahyi için söylüyoruz, savunmayı gerektirecek bir saldırı ile karşı karşıya mıdır? Bu kitabın yazarı, Kur’an vahyinin nazil olduğu ilk günden bugüne, hep bir saldırı ile karşı karşıya olduğunu inandığı için bu kitabı kaleme almıştır ve elinden geldiğince bir kitap çerçevesi içerisinde bu saldırıların dayandığı iddiaları çürütmeye çalışmaktadır. O Kur’an vahyine yapılan saldırıların en etkili olanının içten yani ona inandığını ifade edenlerden geldiğine inanmakta, hem mesajının hem de hedeflerinin bilinçli veya bilinçsiz karatıldığını düşünmektedir. Bu nedenle yaptığı savunma yapılan karartmayı kaldırmaya ve vahyin gerçek mesaj ve hedeflerinin gün yüzüne çıkarılmasına yöneliktir. Elbette “Kur’an vahyi herhangi bir saldırı ile karşı karşıya değil, O’nun herhangi birisi tarafından savunulmaya ihtiyacı yoktur, O”, esaret altına alındığını düşündüğümüz “torbalar veya kutular içerisinde işlevini yerine getirmektedir” diyorlarsa bu kitapta onları memnun edecek herhangi bir ifade yer almamaktadır. Ancak bu düşüncede olanlar, Peygamberimizin ve arkadaşlarının sağlıklarında Kur’an’ın hem mesajını hem de metnini sonraki kuşaklara ulaştırmak için yaptıkları çabaları anlamsız gayretler olarak görüyor olmalıdırlar. Ayrıca Müfessirlerin veya diğer ülemanın Kur’an mesajının doğru anlaşılmasına yönelik çabalarını da gereksiz buluyor olmalıdırlar.
Bilindiği gibi Kuran vahyinin yeryüzünü şereflendirmesinin üzerinden yaklaşık olarak bin beş yüz yıl geçti. Nazil olduğunda hem indiği bölgeyi ve bölgedeki o insanları hem de çevre bölgeleri ve insanlarını aydınlattı. Ama bu vahyin en temel iddiası, zaman ve sınır tanımadan tüm yeryüzünü ve içindeki akıl sahibi sakinlerini sonsuza kadar aydınlatmaya devam etmekti. Ancak kendisine inandıklarını söyleyenlerin yaptıkları karartma yüzünden yeryüzünü gereği gibi aydınlatamıyor. Bu karatma kelimelerinin anlam kaymasına uğratılmasının yanında, yanlış uygulamaların kaynağı olarak gösterildiği için de böyledir.
İşin özü, Kitapta etraflı bir şekilde tartıştığımız gibi, yüzlerce nedenden dolayı ilk nesil/ilk muhataplardan sonra gelenler (geneli kastediyoruz), ya bu vahiyle ilişkilerini keserek, O’nu arkalarına attılar ya da O’nun kelime ve kavramlarının içini boşaltarak, sahip oldukları somut /zahiri veya batini bakış açılarına göre yeniden inşa ederek yorumlayıp, gerçekteki anlam ve hedefleriyle bağını kestiler . Böylece nurunun ve hidayetinin önünü tıkadılar.
Kur’an vahyinin gerçek mesaj ve hedefinden saptırılmasını ve bunun sonuçlarını bugün çok farklı alanlarda görmemiz mümkündür. Kur’ani herhangi bir kavramı, örneğin, hikmet kavramını, fısk kavramını, mescid kavramını, şefeat kavramını, sünnet kavramını, Risalet ve vahiy kavramlarını incelediğinizde bu kelimelerdeki anlam kaymalarını açıkça görebilirsiniz. Aynı sorunlar uygulamalara yönelik konular için de söz konusudur. Örneğin, kölelik, sadaka/paylaşma, miras, yönetim/istişare ve kadının toplumsal statüsüne yönelik ayetler için de söz konusudur. Tüm bu sapma ve yanlış uygulamalar ortaya koymaktadır ki, ilk neslin Kur’an algılamaları ile sonraki nesillerin Kur’an algılamaları ve algılamalara dayanarak ortaya koydukları uygumlalar arasında önemli farklılıklar vardır. Bu farklılığın bizce temel nedeni Müslümanların sonraki dönemlerde sahip oldukları zahiri/somut ve batini/mistik anlayışlardır. Bu anlayışların kök ve budak salması da çevre kültürlerden devşirilen Kuran dışı vahiy anlayışı ile mümkün olmuştur.
İşte bu kitapta, Kur’an vahyi bu anlayışlara karşı savunulmaktadır. Çünkü mevcut İslam algılamamız bu anlayışlar üzerine bina edilmiştir. Kur’an ayetlerini de bu algılamaya göre okumaktayız. Böyle olunca, metin olarak okuduğumuz şey Kur’an olmakla beraber, onu zihinsel işleme tabi tutmaya başladığımızda, yani onu anlam sahamıza indirmeye başladığımızda anlamlarda oluşan buharlaşma onu gerçeğinden uzaklaştırmaktadır.
ÖNSÖZ’den…
Bu çalışmanın asıl teması, Kur'an dışı vahiy algılamasının Kur’ani bir temelinin olup olmadığının bir tespitini yapmaktır. Bunun için Kur'an’ın, vahiy ve resul öğretisinin ne olduğu konusunda bir anlayış geliştirmeye çalışılarak, Kur'an dışı vahiy iddiasının, bu resul ve vahiy öğretisi karşısındaki konumu ifade edilmeye çalışılmaktadır. Bu bağlamda ilgili iddianın ileri sürdüğü deliller, özellikle de Kur'an ayetlerine dayanarak ileri sürdükleri iddialar tek tek ele alınarak, ilgili ayetler, siyak sibakı, konu ve Kur'an bütünlüğü, ayrıca nüzul ortamı da göz önünde bulundurularak cevaplandırılmaktadır.
Bu nedenle çalışmaya öncelikle; Kur'an’ın vahyedilmesi ile ilgili temel kavramlar ele alınarak başlanmaktadır. Bu terimlerin dildeki ve Kur'an’daki kullanımlarından örnekler verilerek, sözünü ettiğimiz anlayışla ilgisi araştırılmaktadır.
Bilindiği gibi Kur'an, “Arapça bir kitaptır”, bu nedenle Arapça dil yapısı ve dil algılaması önem arzetmektedir. Çünkü insanlar, kendileri dışındaki dünyayı ana dilleri ile algılarlar. Dil algılamaları hem çevre algılamalarını hem de din algılamalarını şekillendirir. Dil bir süreç içerisinde oluşur ve oluşmaya devam eder. Ancak bu süreçteki hazır dil algılaması, o dili kullananların hayat ve eşya algılamalarını da yönlendirir.
GİRİŞ’ten…
İkinci nesil ve arkasından gelen kuşak, Müslüman egemenliğinin İspanyadan Çin’e kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılması karşısında bu bölge halklarını kendi inançları ve hayat algılamaları içerisinde eritip kaynaştıramayınca onlar yeni geleneklerin hayat algılamaları içerisinde kaybolup gittiler. Adı İslam olan ancak gerçekte eski kültürlerinin egemen olduğu hayat , Müslüman coğrafyayı bütünüyle istila etti. Bu süreçte etki ile tepki iç içe yaşadı
Müslümanların fehettikleri bölgelerde asimile olmaları, Arap kökenlilerde özellikle de bedevi geleneğinden gelenlerde bir tepkinin oluşmasına ve Arap asabiyesini canlanmasına neden oldu. Onlara göre herşey bozulmuş, ipin ucu kaçırılmıştı. Özellikle şehirlerdeki insanlar kendi köklerine yabancılaşmışlardı. Şehirleşme/medeniyet bozulmayı getirmişti. Arap geleneğinin ve Arap dilinin bozulmadan kaldığı tek yer ve çöller ve çöllerdeki vahalardı. Oralara medeniyet girmemişti. Araplar bu bu “yabancı” kültür içerisinde kaybolup gidiyorlardı. Bu algılamanın bir sonucu olarak “yabancı”olana tepki gösterilip çöl kültürü ve geleneği, başka bir deyişle Cahiliye gelenekleri ve onların hayat algılamaları kutsanmaya başlandı. Ve “bedevi kültürü” istenilir bir şey oldu . Gelenek ve dil, çöl insanının yaşantısı, dil algılaması ve konuşması esas alınarak yeniden inşa edildi.
Bu dil somut/zahiri anlatıma dayalı bir dildi. Arapça tüm kuralları ve lügatleriyle birlikte bu anlayış ve gelenek üzerine kuruldu. Sonraki dönemlerdeki bütün dini terminoloji de oluşan bu yeni yapıya göre şekillenmişti. Bu nedenle Kur'an’daki sembolik anlatımlar ve mecazlar somut anlatımlar olarak tefsirlerde yer almaya başladı. Arttık alimler/müfessirler/ fakihler bile olaylara sadece zahiri gözlüklerle bakıyorlardı. Şafii ve onu takip edenlerin yaklaşımlarında de açıkça görüldüğü gibi soyut bütün kavramlar, somut kavramlar olarak sunulmaya başlandı.
Bu nedenle “Allah arşa istiva etti “ ayeti somut bir olay olarak algılanmış, örneğin, İbni Teymiyye, minberden bir basamak inerek (işte böyle diyerek) istiva ifadesini somutlaştırmıştı. Bu nedenle bugün bile soyut bir çok anlatımı aynı şekilde somut ifadeler olarak algılamaya devam ediyoruz. Bunun bir yansıması olarak Peygamber gerçekten, fiziki anlamda miraca çıkmıştı. Melekler bir varlık olarak, bir cisme dönüşerek Allah’ın resulüne gelmişti. Allah kul Muhammed ile iki arkadaşın konuştuğu gibi konuşmuştu. Bunun için, eli, gayri ihtiyari olarak eşinin eline değen birisinin aptesini yeniden alması gerekirdi.
Bu algılama biçimi elbette burada durmadı. Kur'an dışı vahiy algılaması ile birleşince mevcut durum ortaya çıktı. İç içe girmiş çelişkilerin ve birbirini tetikleyen bozulmaların da ana nedeni oldu. Çünkü bu anlayış, vahyi sıradanlaştırdığı gibi Allah’ı da sıradanlaştırdı. Böylece her şeyin hakimi ve sahibi olan Allah, bu vahiy sağnağı sonucunda oluşan anlayışa sahip insanlar açısından, kutsiyetini ve yaptırım gücünü kaybetti. Çünkü vahiy bombardımanı altında kalan insanlar, bir noktadan sonra onu kanıksadılar ve önemsemez oldular. Bu önemsemezlik aynı şekilde ana kaynağa da yöneldi. Böylece vahyin yaptırım gücü de ortadan kalkmış oldu. Bu vahiy sağnağı sonucunda insanlar aynı yoğunlukta dünyevileşme krizine tutuldular. Abbasi ve Emevi dönemleri incelenirse toplumların aşırı şekilde dünyevileştikleri görülür. Mescitlere egemen olan “gulat”anlayışların bir yansıması olarak, sokaklar ve saraylar alabildiğine dünyevidir. Her şey birebir tecrübe edilerek yaşanmakta, ancak bir sonraki tecrübe her zaman bir öncekinden daha bir ben merkezci olmakta, dünyevileşmenin dozu biraz daha artmaktadır. Bedelini ödediğinizde kişilerin saf değiştirmesi çok sık raslanan bir durum olduğu için, dik duranların ve muhalif çizgisinde sebat eden alim sayısı hergün biraz daha azalmaktadır. Elbette, ekonomik ve askeri gücü elinde bulunduranların alıp satma imkanları da alabildiğine fazla olduğundan, bazen havuç bazen sopa göstererek istediğini istediği fiyata alabilmektedir. Bunun sonucu olarak güç ve otorite algılaması da büyük oranda değişmiştir. Mescitlerse bu gücü kutsama ve meşrulaştırma alanlarına dönüşmüştür.
Ekonomik, askeri ve siyasi gücü elinde bulunduranlar gerçek güç sahibi olarak tanımlanırlar. İlahi adalet; Allah’ın otoritesi ve iradesi gibi kavramlar ancak bu gücü daha da pekiştirmek için bir anlam ifade ederler. Bugünkü meşhur ifade biçimi ile, bunlar, hukukun veya haklının gücünü değil de, gücün hukukunu oluşturur. Hakim otoritenin gücünü temsil ederler. İnsanlar da hakim otoriteyi enselerinde hissettikleri oranda onun kurallarına tabi olurlar. Fırsatını buldukları her ortamda kuralları ihlal ederler. Çünkü yasaların yaptırımı ancak suç üstü veya şikayet halinde gerçekleşebilmektedir.
Bu durum insanların dünyevileşmeleri, herşeyi güç ve çıkar anlayışı içerisinde ele almalarının yanı sıra, sürekli farklı maskeler takan, ikiyüzlü, kimliksiz, kişiliksiz sürüler olarak ortaya çıkmalarına da neden olmuştur.
Önemli olan kitapların ne yazdığı değil, mevcut otoritenin ne dediğidir. Hukuk, gücü elinde bulunduranın kanaatidir. Tarih göstermiştir ki, bütün otoriteler kendi hukuklarını, kendi gerçekliklerini oluşturmuşlardır. Bu hukuk yapısı içerisinde Kur’an ve hadis, otoritenin hukukunu meşrulaştırma işlevi gören bir enstrümandan başka bir şey değildir. Otoritenin ağzından çıkan şey gerçek hukuktur. Gerekçesini bulmak, kılıfını hazırlamak bu iş için görevlendirilmiş, eli kalem tutan, ağzı laf yapan elamanların işidir.
Sonuçta çift taraflı bir dünyevileşme gerçekleşmektedir. Birisi her şeyi çıkara, hazza, paraya, güce endeksleyen anlayış, diğeri de münzevi hayata yönelen anlayıştır.
Mistik yapılanmaların ilk bakışta gayri dünyevi bir anlayışa sahip olduğu sanılır. Kıyametin ve son günün bir türlü gelmeyişi ve yapanın yaptığının yanına kar kalması, bu anlayışları bir bütün olarak bir hayat anlayışı olmaktan çıkarıp sadece bazı ritüelleri uygulayarak iç huzuru sağlamaya çalışan ve yalnızca kalbe yönelen bunu da sadece bazı virtlerle sınırlayan bir anlayışa indirgenmiştir.
Sonuçta mistik yapılanmalarda başka bir yoldan dolanarak dünyevileşmeyi gerçekleştirmiş oluyordu. Vahyin sıradanlaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan bu durum; iki tarafa da keskin bir bıçak gibi Kur'an’ın hedeflerini tümüyle geçersiz kılıyordu.
İnsanı özgürleştirmeyi hedefleyen, aklı, vahyin rehberliğinde, yönlendiriciliğinde temel seçici ve belirleyici olarak gören Kur'an vahyi, zamanla yerini kaderci/cebriyeci anlayışlara terk etmek zorunda kaldı. İnsan özgürleşemediği gibi, Kur'an’ın her bir buyruğu ile bir halkasını kırdığı köleliği en son kaldıranlar arasında kendini İslami olarak tanımlayan yönetimlerin de olması işin traji komik yanını oluşturuyordu.
Aynı şey kadınlara yönelik uygulamalar için de söz konusuydu. Örneğin kadınların şahitliği kabul edilmezken, evlendiğinde veya boşandığında fikri sorulmazken, mirastan herhangi bir hak alamazken, Kur'an bir ilk adım olarak tüm bu ve benzer alanlarda onlara yeni haklar tanırken ve bu hakların daha da genişletilerek geliştirilmesini ön görmüş iken Kur'an’ın verdiği haklar bile ellerinden alınarak özellikle şehir merkezlerinde dört duvar arasına mahkum edildiler. Pencerelerden bakmaları bile fitne olarak algılanır oldu.
Aynı şekilde toplumsal ilişkileri, ben merkezci ve totaliter bir anlayış içerisinde değil, istaşereye ve karşılıklı rızaya dayandıran, bunun içinde bir çok yeni hüküm getiren Kur'an’a ve bu hedefleri kendi hayatında bire bir uygulayan Resul’un örnekliğine rağmen toplumsal hayat hep buyurgan ve tepeden inmeci bir anlayış içerisinde yeniden dizayn edildi. Toplumsal hayatın bu yeni totaliter anlayışa göre akması sağlandı. Yöneticilerin kutsallığını reddeden ve Allah’tan başka bir kutsal kabul etmeyen bir anlayışa rağmen günümüze kadar (günümüz dahil) yöneticiler Allah’ın gölgesi olarak anılageldi.
İnfakı, yani paylaşmayı imanın en temel ilkesi olarak gören, bu nedenle malın/gücün belli tekellerde toplanmaması için her türlü prensibi ortaya koyan Kur'an gibi bir rehbere rağmen insanların en zenginleri ile en fakirleri hep bu topraklarda yaşayageldi. Yine bu yeryüzünün en zengin ve en verimli topraklarında insanlar hala açlıktan ölmeye devam etmektedirler.
“Bilmediğin şeyin peşine düşme; göz, gönül, kulak bundan sorumludur.”(17/36)diyen bir Kur'an’ın varlığına rağmen yüzyıllardır insanlar düşünmeden, soru sormadan, üretmeden, karşı çıkmadan, her türlü buyurgana hep evet diyerek yaşayageldiler. Ve ne Kur'an ayetlerine,ne kendi bedenlerindeki ayetlere, ne de yeryüzündeki ve gökyüzündeki ayetlere bakmadan, onları dikkate almadan, belki de hiç akıl etmeden yaşayageldiler.
Kur'an vahyi, Resul’u “çarşılarda gezen yiyip içen”herkes gibi olan, kutsal bir yanı bulunmayan bir insan olarak tanımlarken, Resul’e Kur'an dışında vahiy geldiğini iddia eden anlayış, onu bir melek konumuna çıkarıp kutsarken, aynı zamanda her şeyinin vahyin yönlendirmesi ve kontrolünde olması hasebiyle, onu iradesiz bir robot konumuna indirgediklerinin de farkında değillerdi. Bugün bile Resul’e ait olduğu iddia edilen(azıcık düşünülse böyle bir şeyin imkansızlığı hemen anlaşılıverecek iken) bir tek kılı görmek için insanların birbirini telef edercesine, birbirlerini ezmeye çalıştıklarına şahit olmak, bu kutsallığın hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir.
Kur'an, Resul’e itaati, getirdiği vahiy ile ilgili konularla (veya salt vahiy ile) sınırlarken, her sözü vahiy olan resul anlayışı bizzat Resul’un kendisinin vahiy olarak veya insan üstü bir varlık olarak algılanmasına neden oldu. Bu bağlamda onun her sözü, davranışı, iması, hatta susması bir vahiy olarak algılanıp mutlak itaati gerektirdi. Yalnız tüm bunlar Resul’un sağlığında değil ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra böyle anlaşılır oldu.
O, çevresindeki insanların bir dostu, bir arkadaşı, bir sırdaşı, Fatma’nın babası, Hasan ve Hüseyin’ in dedesi, Hatice, Aişe, Hafsa, Zeynep ve diğerlerinin kocası idi. Savaşta komutan, sivil hayatta bir başöğretmen ve adil bir yöneticiydi. İnsanlar onunla konuşur, tartışır, zaman zaman kendi fikirlerinin doğru olduğunu açıkça yüzüne karşı söylerlerdi. O, bunların hiç birinden alınmaz, tüm bunlara rağmen onları ilgilendiren her konuda onlarla istişare ederdi. Ancak vahiy algılaması değiştikten sonra bu anlayışlar da buharlaştı; O, her sözü, her eylemi bir ayet olan, melek veya ilah bir resule dönüştü. Artık O. parmaklarından pınarlar fışkıran, bir işareti ile ayı ikiye ayıran, dağların arkasında olanı gördüğü gibi geleceği de görüp bilen, insan üstü bir varlıktı. Ancak kendi sağlığında böyle olduğuna, bunları yaptığına dair hiçbir arkadaşının şahitliği olmadığı gibi, savaşlarda yaralandığı, bazı kereler mağlup olduğu herkesin şahit olduğu bir durumdu. Hatta eşine atılan iftira karşısında konuyu aydınlatan bir ayet gelinceye kadar aylaca susmak zorunda kalmıştı.
Vahyin sıradanlaşması, hem Resulün, hem de dinin olması gerektiğinden çok farklı bir şekilde anlaşılmasına neden oldu. Her şey doğallığını yitirip, kutsallık perdesi altında, totaliter ve dünyacı bir anlayışa dönüştü.
Oysa Kur'an nazil olduğunda, bireyleri, putların, tağutların, liderlerin, tabuların tasallutundan kurtararak onları özgürleştirmişti. Onlara atalarının dinlerin yanlış olabileceğini ve yanlışta ısrarın insanı köleleştireceğini öğretmişti. Soru sormanın, araştırmanın, araştırma sonucunda bulduğunda ısrarın, vefalı olmanın, fedakar olmanın, paylaşmanın gerçekliğini kavratmıştı. Ancak sonra her şey çığırından çıktı. Paylaşmak değil, üstüste yığmak, vefa değil inkar, fedakarlık değil ezmek esas alındı.
Peki, ne olmuştu da bunlar olmuştu? Ne olmuştu da Kur'an’dan başka vahiy kabul etmeyen veya vahiy denince aklına sadece ilahi kelam gelen insanların çocukları, torunları Resul’un her sözünü vahiy olarak algılamaya başlamışlardı. Hatta adına “veli”,”şeyh” denilen insanların bile sıradan bir dost gibi Allah ile konuştuğuna inanılır olmuştu. Vahiy algılamasındaki bu sapmanın kaynağı neydi? Bu insanları, kimler, yaşadıkları hangi olaylar bu kadar çok değiştirmişti? Babaları, dedeleri her şeyi “ne”,”nasıl”,”niçin”,”kim”,”kimden”,”niye”,”nereden” gibi sorularla anlamaya çalışırken, oğullar ve torunlar bunları, bir suç ve günahmış gibi, niçin ağızlarına almaya korkar olmuşlar, hatta zihinlerinden bile geçirmez duruma gelmişlerdi.? Ne olmuştu da böyle olmuştu?
Bugün bu soruların cevapları bulunabilirse, belki ip koptuğu yerden düğümlenebilir, yiğit düştüğü yerden kaldırılabilirdi. Belki filmi yeniden başa sarıp, şeridin koptuğu yerden sonrasını atlayarak, kopma öncesiyle günümüz arasında yeni bir köprü inşa edip, Kur'an’ın aydınlığını günümüze taşıma imkanımız olabilirdi. Belki o zaman, “ne olmuştu da böyle olmuştu” sorusuna cevap bulabilirdik.
Kur'an indiği dönemde, hem teorisi hem de pratiği ile tartışmasız ve en belirleyici bir otoriteydi. Bu, otorite olma durumu, ilk neslin toplumsal varlığını sürdürdüğü müddetçe devam etti. Peygamberin vefatından sonra zaman zaman, dünya işleri yüzünden birbirine düşmüş olsalar da Kur’an’ın yegane otorite olması konusunda hep aynı noktadaydılar, hedefleri konusunda da büyük oranda benzer anlayışlara sahiptiler. Ancak yaşamın sınırlı olması onların etkinliğinin de sınırlı olmasına neden oldu. İlk nesil devlet yönetiminden ve söz sahibi olma konumundan uzaklaştıkça toplum üzerindeki ağırlığını da kaybetti. Hem sayısal anlamda azınlığa düşmeleri hem de siyasal anlamda etkisizleşmeleri ve yaşanan olaylar, toplumsal dengelerin değişmesini ve toplumun önceliklerinin farklılaşmasını doğurdu. Kuşaklar arasında belirgin bir algılama farkı ortaya çıktı.
İnfakı, yani paylaşmayı imanın en temel ilkesi olarak gören, bu nedenle malın/gücün belli tekellerde toplanmaması için her türlü prensibi ortaya koyan Kur'an gibi bir rehbere rağmen insanların en zenginleri ile en fakirleri hep bu topraklarda yaşayageldi. Yine bu yeryüzünün en zengin ve en verimli topraklarında insanlar hala açlıktan ölmeye devam etmektedirler.
“Bilmediğin şeyin peşine düşme; göz, gönül, kulak bundan sorumludur.”(17/36)diyen bir Kur'an’ın varlığına rağmen yüzyıllardır insanlar düşünmeden, soru sormadan, üretmeden, karşı çıkmadan, her türlü buyurgana hep evet diyerek yaşayageldiler. Ve ne Kur'an ayetlerine,ne kendi bedenlerindeki ayetlere, ne de yeryüzündeki ve gökyüzündeki ayetlere bakmadan, onları dikkate almadan, belki de hiç akıl etmeden yaşayageldiler.
Kur'an vahyi, Resul’u “çarşılarda gezen yiyip içen”herkes gibi olan, kutsal bir yanı bulunmayan bir insan olarak tanımlarken, Resul’e Kur'an dışında vahiy geldiğini iddia eden anlayış, onu bir melek konumuna çıkarıp kutsarken, aynı zamanda her şeyinin vahyin yönlendirmesi ve kontrolünde olması hasebiyle, onu iradesiz bir robot konumuna indirgediklerinin de farkında değillerdi. Bugün bile Resul’e ait olduğu iddia edilen(azıcık düşünülse böyle bir şeyin imkansızlığı hemen anlaşılıverecek iken) bir tek kılı görmek için insanların birbirini telef edercesine, birbirlerini ezmeye çalıştıklarına şahit olmak, bu kutsallığın hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir.
Tedvin dönemi sonrasında oluşan yeni İslam anlayışı, Kur'an’ın açık beyanlarına rağmen, Allah’ın seçilmiş Resulü Hz Muhammed’e konuşmasının Kur'an vahyi ile sınırlı olmadığı ve Resulün kendi söz ve davranışlarının da bu konuşmanın bir eseri olduğu üzerine inşa edildiğinden bütün dini anlayış, sosyal siyasi ve ekonomik hayat Kur'an’dan çok Resule ait olduğu iddia edilen rivayetlerle şekillendi. Müslümanların davranışlarını ve ilişki biçimlerini Kur'an değil bu rivayet merkezli anlayışlar belirler oldu.
Çünkü, hem İslam coğrafyasının alabildiğine genişlemesi, bu nedenle farklı kültürde, farklı dildeki Müslümanların Arap nüfusunu geçmesi, dolayısıyla, bir Arapça probleminin ortaya çıkması, hem de teknik olarak isteyen her insanın Kur'an metnine ulaşmasının imkansız olması, Kur'an’ın belli kişiler/tekeller eliyle öğrenilmesini, okunmasını zorunlu kıldığından, bunların da genellikle namaz sureleri denilen küçük bir kaç sure ile sınırlı kalması nedeniyle, hem Arap hem de Arap olmayan nüfusun Kur'an ile iletişimi kesildi. Kur'an, öğrenilen, anlaşılan, yaşanılan bir metin olmaktan çıkarılıp sadece namazlarda belli sureleri anlamadan okunmak için ezberlenen bir namaz kitabına dönüştürüldü. Bununla da yetinilmedi, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, kültür ve dil farklılaşmasının etkisiyle, insanlar Kur'an’ı anlamak ve öğrenmek amacı ile okumak için Kur'an metnine değil, insanlara yönelmek durumunda kaldılar.
Ancak bundan daha önemli bir problem bu dönemdeki Kur'an’ın algılanma biçimiydi. Bilindiği gibi Kur'an, “Arapça bir kitaptır”, bu nedenle Arapça dil yapısı ve dil algılaması onun anlaşılması için hayati bir önem arzetmektedir. Çünkü Kur'an Arapça bir metin olduğu için Arapça dilinin algılama alanı çerçevesinde anlaşılmak durumundadır. Bu nedenle dilin algılanma biçimi ve eşyayı nasıl isimlendirdiği çok önemlidir. Çünkü insanlar, kendileri dışındaki dünyayı ana dilleri ile algılarlar. Dil algılamaları hem çevre algılamalarını hem de din algılamalarını şekillendirir. Aslında bunun tersi de doğrudur; insanoğlunun dil algılamasını içinde bulunduğu coğrafya, sosyal ve kültürel ortam belirler. Burada bir yumurta-tavuk, tavuk-yumurta ilişkisi sözkonusudur. Dil bir süreç içerisinde oluşur, bu oluşum durmadan oluşmaya devam eder. Ancak bu süreçteki hazır dil algılaması, o dili kullananların hayat ve eşya algılamalarını da yönlendirir. Toplumlar çevrelerinden etkilenerek o dile zaman içerisinde yeni bir renk verebilirlerse de, bu süreç bir insan ömrüyle kıyaslandığında çok yavaş işlediğinden birey hayatında bu değişikliğin fazla bir etkisi görülmez. Bu nedenle diller daima bireyleri şekillendirir. Hele kapalı toplumlarda bu değişim durağan denecek kadar yavaş işlediği için bireyin etkilenmesi çok daha belirgin olur. İnsan bu şekillenmenin ve oluşumun farkında olmadığı için, mevcut dil algılaması onun çevresini anlamlandırır.
İşte Kur'an’ın nazil olduğu dönemdeki insanlar da şehirlisiyle, köylüsüyle ve çölde yaşayanıyla herkes kendi dil algılamasına göre eşyayı tanımladıklarından, gelen vahiyle de bu çerçevede bir muhataplık oluşturdular. Çölde yaşayan bedevi kendi dil algılaması, şehirde yaşayan tüccar ve çiftçi kendi algılaması çerçevesinde gelen vahiyle bir iletişim kurdular. Ancak, bir metnin aynı anda iki farklı algılamaya birden hitap etmesinin zorluğu/imkansızlığı nedeniyle Kur'an, şehir dil algılamasını esas alarak kendi metnini inşa etmiş, çevre insanların bu şehirli dil ile iletişime geçerek Kur'an’ın mesajlarını içselleştirmelerini öngörmüştür.
Bu durum, şu ayetlerde açık bir şekilde ifade edilmektedir:
“Bu Kitap (Kur'ân), kendinden önceki kitapları tasdik eden, şehirler anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahiret gününe iman edenler bu Kitab'a da iman ederler ve onlar namazlarına da devamlıdırlar” (6/92). “Böylece biz sana Arapça bir Kur'ân indirdik ki, şehirlerin anası (olan Mekke) halkını ve etrafındakileri uyarasın ve hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet gününün dehşetinden onları korkutasın. Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir” (42/7).
Kur'an’ın indiği dönemde, bölge halkının birlikte inşa ettikleri, üzerinde konsensüs sağladıkları ortak bir dil yapısı ve kuralları bulunmadığı için herkes kendi bulunduğu ortamın dil algılamasına uygun olarak gelen vahiyle irtibata geçmişti. Bunun bir yansıması olarak her kabile/topluluk Kur'an’ı kendi dil kuralları çerçevesinde okuyordu. İlk dönemde farklı okuma/teleffuz biçimlerine izin verilmesi bu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Ancak sorun sadece okuma ve telffuz farklılığından ibaret değildi. Bir de eşyayı algılama sorunu vardı. Çölde yaşayan insanlar içinde bulundukları şartların bir zorunluluğu olarak zahiri bir dil algılamasına sahiptiler. Eşyayı bu gözle okuyup tanımlıyorlardı. Aynı sorun Kur'an’a ve İslam’a yaklaşımlarında da ortaya çıktı. Bu bağlamda bedevi kökenli insanlar sahip oldukları zahiri dil algılamaları dolayısıyla şehir merkezli bir dil algılamasını esas alan Kur'an’ın sembolik, soyut ve mecaz ifadeleri kendi dil algılamalarına göre yorumladıklarından bir çok sorunla karşılaşılmıştı. Bu dönemde ortak bir dil algılamasının olmaması sonraki dönemlerde sorunu kronik hale getirmişti.
Bilindiği gibi, dil ile ilgili ortak kurallar Kur'an’ın nazil olmaya başlamasından yaklaşık yüz yıl kadar sonra, üstelik çöl algılaması esas alınarak inşa edilmişti İnsanlar bir ölçüde Kur'an’ı zahiri Arap algılamasına göre okumak durumunda bırakılmışlar, bunun sonucu olarak toplumun Kur'an algılaması da köklü bir değişikliğe uğramıştı. Bu algılama biçimi, bugün için de Kur'an’ı anlamada temel bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Mevcut dil algılaması ile Kur'an gereği anlaşılmamakta, başka bir deyişle mevcut Arapça Kur'an dilini ve anlam sahasını yeteri kadar kapsayamamaktadır.
Bu soruna ek olarak, rivayet merkezli olarak inşa edilen anlayış, Arapça bilseler bile, insanların doğrudan Kur'an metnini alıp, anlamak için okumalarına imkan vermiyordu. Bu, hem Kur'an’ın ancak Tecvit kurallarına göre okunabileceği, dayatmasının bir sonucu olarak, müziksel/ritimsel bir okuma içerisinde anlam zaten kendiliğinden buharlaşıp devre dışı kalacağından, sadece müziksel ahenk söz konusu olmakta; hem de mevcut rivayet merkezli anlayışın bir yansıması olarak ortaya çıkmış bulunan, ‘muhkem-muteşabih’, ‘nasih-mensuh’ gibi tefsir ilimleri’nin bilinmesinin zorunlu hale getirilmesinin bir sonucu olarak, Kur'an’ın toplumun gündeminden çıkması/çıkarılması nedeniyle bu böyleydi.
Sonuçta ortaya çıkan İslam, Kur'an’a rağmen inşa edilen bir İslam idi. Bu İslam anlayışının iskeletini de Resule isnat edilen rivayetler oluşturuyordu. Bundan da önemlisi, Resule ait olduğu ifade edilen sözlerin, Kur'an gibibir vahiy olduğunun, bir iddia olmasının ötesinde imani bir gereklilik olarak kabul görmüş olmasıydı.
ARKA KAPAK YAZISI
İnsanı özgürleştirmeyi hedefleyen, aklı, vahyin rehberliğinde, yönlendiriciliğinde temel seçici ve belirleyici olarak gören Kur'an vahyi, zamanla yerini kaderci/cebriyeci anlayışlara terk etmek zorunda kaldı. İnsan özgürleşemediği gibi, Kur'an’ın her bir buyruğu ile bir halkasını kırdığı köleliği en son kaldıranlar arasında kendini İslami olarak tanımlayan yönetimlerin de olması işin traji komik yanını oluşturdu.
Aynı şey kadınlara yönelik uygulamalar için de söz konusuydu. Örneğin kadınların şahitliği kabul edilmezken, evlendiğinde veya boşandığında fikri sorulmazken, mirastan herhangi bir hak alamazken, Kur'an bir ilk adım olarak tüm bu ve benzer alanlarda onlara yeni haklar tanırken ve bu hakların daha da genişletilerek geliştirilmesini ön görmüş iken Kur'an’ın verdiği haklar bile ellerinden alınarak özellikle şehir merkezlerinde dört duvar arasına mahkum edildiler. Pencerelerden bakmaları bile fitne olarak algılanır oldu.
Toplumsal ilişkileri, ben merkezci ve totaliter bir anlayış içerisinde değil, istaşereye ve karşılıklı rızaya dayandıran, bunun içinde bir çok yeni hüküm getiren Kur'an’a ve bu hedefleri kendi hayatında bire bir uygulayan Resul’un örnekliğine rağmen toplumsal hayat hep buyurgan ve tepeden inmeci bir anlayış içerisinde yeniden dizayn edildi. Toplumsal hayatın bu yeni totaliter anlayışa göre akması sağlandı. Yöneticilerin kutsallığını reddeden ve Allah’tan başka bir kutsal kabul etmeyen bir anlayışa rağmen günümüze kadar (günümüz dahil) yöneticiler Allah’ın gölgesi olarak anılageldi
Ne olmuştu da Kur'an’dan başka vahiy kabul etmeyen veya vahiy denince aklına sadece ilahi kelam gelen insanların çocukları, torunları Resul’un her sözünü vahiy olarak algılamaya başlamışlardı. Hatta adına “veli”,”şeyh” denilen insanların bile sıradan bir dost gibi Allah ile konuştuğuna inanılır olmuştu. Vahiy algılamasındaki bu sapmanın kaynağı neydi? Bu insanları, kimler, yaşadıkları hangi olaylar bu kadar çok değiştirmişti? Babaları, dedeleri her şeyi “ne”,”nasıl”,”niçin”,”kim”,”kimden”,”niye”,”nereden” gibi sorularla anlamaya çalışırken, oğullar ve torunlar bunları, bir suç ve günahmış gibi, niçin ağızlarına almaya korkar olmuşlar, hatta zihinlerinden bile geçirmez duruma gelmişlerdi.? Ne olmuştu da böyle olmuştu? İşte bu kitap bu soruların cevabını aramaktadır.
Anka yayınları/Medrese Yayınları/İstanbul
www. ankakitabevi.com
tel: 0 212 514 53 54
Yazar iletişim: [email protected]
[email protected]
|
Yukarı dön |
|
|
|
|