Dâru’s-Selâm’a hoş geldiniz!
Düşünün…
Trakya, Kafkasya, Buhara, Yemen veya Cebel-i Tarık sınır kapılarından içeri girerken hep aynı levhayla karşılaşıyorsunuz: Dâru’s-Selâm’a hoş geldiniz…
Girilen sınır kapısına göre Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe, Urduca, Berberice, Habeşçe, Çerkezçe vs. bir çok dilde yazılmış…
Avrupa’dan, Asya’dan veya Afrika’dan diğer kıtaya geçerken bu levha sizi karşılıyor…
Fas’tan Buhara’ya, Bosna’dan Keşmir’e, Kırım’dan Sudan’a üç kıta adeta menteşe gibi birbirine bağlanmış…
Bu devasa coğrafyaya neresinden girerseniz aynı esenlik, barış ve adalet dileği karşılıyor sizi: Dâru’s-Selâm’a hoş geldiniz…
***
Dâru’s-Selâm kavramından kastettiğim, Afrika, Avrupa ve Asya’nın deniz yolları ve kara derinliği içinde iç içe geçmiş engin ufuklarıdır…
Daha özel olarak jeopolitik dilde Ön Asya, Mezopotamya-Akdeniz havzası olarak anılan görkemli coğrafyadır…
Burası, insanlığın kadim uygarlık merkezi, İbni Haldun'un tabiriyle yeryüzünün “umrana elverişli” 0-60. kuzey enlemleri arasındaki birinci, ikinci ve üçüncü iklim bölgeleri kuşağıdır…
Burası, antropolojik açıdan insanlığın rahmidir…
Burası, uygarlık tarihi açısından, Sümer, Babil, Asur, Pers, Mısır, Yunan, Hind, Çin, Rus, Roma, Bizans, Arap, Türk, İslam ve Osmanlı uygarlıklarının doğup geliştiği, tek bir tarihsel-kültürel zaman sürekliliği içinde birbirlerini devraldıkları 28 büyük uygarlığın rahmidir…
Burası, dinler tarihi açısından insanlığın dimağına kazınmış bütün büyük dinlerin, Hinduizm, Zerdüştlük, Maniheizm, Sabiîlik, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi büyük dinlerin rahmidir…
Burası, stratejik açıdan kıtalar arası geçişi sağlayan 16 boğazın 9’unun (Süveyş, Babu’l-Mendep, Hürmüz, Malakka, Sunda, Lombok, İstanbul, Çanakkale, Cebel’i Tarık) bulunduğu, dünya enerji (petrol-doğalgaz) rezervinin % 65’inin üretildiği enerji kaynaklarının rahmidir…
Burası, tarım dönemi uygarlıklarının döl yatağıdır. Babil, Pers, Roma, Bizans, Emevi ve Abbasi mirasını sürdüren, Rus ve Osmanlı gibi son temsilcilerinin sanayi dönemi ile birlikte dağıldığı, insanlığın yürüyüşüne hatırı sayılır katkılar sağladıktan sonra bıraktıkları devasa miras ile tarihten çekilen askeri tarım imparatorluklarının rahmidir…
Burası, bizim açımızdan (Türkiye), bin yıl boyunca önceki kadim uygarlıkları, hususiyetle Fars, Arap, İslam ve Roma-Bizans mirasını devralarak tarih sahnesine çıktığımız, insanlığın ortak yürüyüşüne katıldığımız ontolojik havzamızdır.
Burası, “millet” ve “ümmet” olarak kendimizi var kıldığımız, büyük bütünler ve asabiyetler oluşturduğumuz, ortak zaman, mekan, tarih, coğrafya, aidiyet, dil ve kültür evreni ile biz idraki yarattığımız kültürel coğrafyamızdır.
Daha dar çerçevede burası, “üç kıtada büyük hilal” hattıdır. Afrika, Avrupa ve Asya kıtalarını menteşe gibi birbirine bağlayan bu büyük hilal, Osmanlı’nın dağılma sürecinde düvel-i muazzama ile savaştığımız dokuz cepheyi birbirine bağlayan savunma hattımızdır.
Büyük hilal Avrupa kıtasına doğru açılmış olup hilalin bir ucu Kuzey Afrika’dan başlar, sırtını Asya’ya yaslar, diğer ucu Kafkaslar ve Balkanlar üzerinden Orta Avrupa’ya (Bosna) kadar iner. Bu hat bizi “millet” ve “ümmet” olarak tarih sahnesine çıkaran varoluş coğrafyamızdır. Evimiz, ocağımız, aidiyetimiz, asabiyemiz, büyük vatanımızdır. İnsanlığın ortak yürüyüşüne katıldığımız yerimiz, zamanı kuşandığımız mekanımızdır. “Millet” ve “ümmet” morfolojilerinin genetiğidir.
Anadolu bu büyük vatanın iç kalesidir. Dağılma sürecinde milletin Anadolu'ya çekilişi gerçekte toparlanmak içindi. Büyük vatanın iç kalesine geri çekilişti. Bu anlamda yurdumuz, İstiklal Marşı'nda geçtiği gibi üzerinde ebediyen ezan okunan her yerdir.
Bu aidiyet ve biz idrakinde İstanbul'un işgali ile Bağdat'ın, Yemen’in, Kudüs'ün, Trablusgarb’ın, Bosna'nın, Kerkük’ün, Zaho’nun, Musul’un, Süleymaniye’nin, Kabil'in, Kırım’ın, Çeçenistan’ın işgali aynı şeydir. Zira memleket aynı memlekettir. “Destanlarda görülen asumani heykeller gibi, başı küre-i arzın bir kıtasına yaslanmış, vücudu bir başka kıtasına sarılmış, ayakları diğer bir kıtasına uzanmış tek bir ülke”dir…
***
Gel gör ki bu asumanî heykel, dünyanın orta yerinde yere serilmiş yatıyor…
Ülkeleri Salih’in devesi gibi sahipsiz…
Halkları İbrahim’in kuşları gibi parça parça ayrı tepelerde…
Şehirleri boynuzdan taç takmış kralların egemenliği altında…
Yurtları Yecüc ve Me’cüc ordularının istilası altında….
Kalbura dönmüş bir dünya, delik deşik edilmiş bir coğrafya…
Bölünmüş, parçalanmış; daha da bölünüyor, daha da parçalanıyor…
***
ABD adı üstünde 52 devletin birleşmesinden oluşan bir kıta biriliği…
Eski SSCB, şimdiki BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu) veya Rusya Federasyonu birleşik bir Avrasya gücü…
AB (Avrupa Birliği) Avrupa uygarlığının yarattığı bir birleşik kıta gücü…
Dünyanın orta yerinde ise koskoca bir boşluk?
Okyanusların ötesinde, dünyanın kenarında 52 devlet birleşmiş de, dünyanın orta yerinde bir Afro-Avrasya gücü neden yok?
Onlara sevdanın yolları, bize kurşunlar öyle mi?
Hayır! Buna var gücümüzle itiraz etemeliyiz.
***
Evrensel Adalet ve Barış Yurdu manasında Dâru’s-Selâm…
Diğerlerinden çok daha gerçekçi, mümkün, hatta bir zorunluluk…
Diyeceksiniz ki hayal…
Bu benim hayalim, siz başka bir şey diyebilirsiniz.
Ama unutmayalım ki hayal ile gerçek arasında daima ince bir zar vardır. Bugün hayal denilen nice olay var ki pekala gerçeğe dönüşmüştür. Hem de hiç beklenmedik bir şekil ve zamanda…
Vatanı “Destanlarda görünen asumani heykeler gibi başı küre-i arzın bir kıtasına yaslanmış, vucudu bir başka kıtasına sarılmış, ayakları diğer bir kıtasına uzanmış” şeklinde tarif eden Namık Kemal’in vefat ettiği yıllarda (1880), Dünya Siyonist Kongresi toplanma hazırlıkları yapıyordu. Bir türlü toplanamayan dünya Yahudi kongresi niyahet Namık Kemal’in bu sözleri söylediği yıllardan kısa bir süre sora (1898) toplandı.
Kongrenin sonuç bildirgesinde “arz-ı mukaddes” veya “İsrail” diye bir tabir geçmiyordu. Tehedor Herzl bu durumu şöyle açıklamaktaydı; “Beyler, dünyayı kendimize güldürmeyelim!”
***
Evrensel Adalet ve Barış yurdu (Dâr’us-Selâm) bir hayal değil; görevdir.
Kur’an “Allah dâru’s-selâm’a çağırıyor. Allah kimi layık görürse onu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürütür.” (10/25) derken bu hedefi göstermiyor mu?
Ayette geçen Dâru’s-Selam tabiri “Barış, esenlik, huzur, adalet, güvenlik yurdu” anlamına gelmektedir. “Allah ‘daru’s-selâm’a çağırıyor” ifadesi bu bağlamda henüz dünyadayken kurulacak “evrensel adalet ve barış yurdu” olarak okunmalıdır. Klasik tefsirlerde bundan maksadın cennet olduğu görüşü varsa da bu görüş bağlama uygun düşmemektedir. Çünkü cennet ve cehennemden sonraki iki ayette zaten bahsediliyor.
Demek ki Allah doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüyenleri, dünyaya kana bulayan zalimlere inat “adalet ve barış yurdu” kurmaya çağırmaktadır.
Bu çerçevede “selâm” kavramı “esenlik, huzur, güvenlik, adalet, barış, sulh” gibi oldukça geniş bir anlam çerçevesine sahiptir. Bu tabire kısaca “adalet ve barış yurdu” diyoruz: Kimsenin hakkının yenmediği, savaşların, katliamların, kıyımların, işgallerin olmadığı, baskı, zulüm ve zorbalığın ortadan kaldırıldığı, farklı din, mezhep ve etnik kökenlerin barış içinde birada yaşadığı, insanın en temel hakkı olan “varolma hakkının” tam olarak sağlandığı bir ülke/coğrafya gerçek anlamda adalet ve barış yurdudur…
Hz. Peygamber, Hendek’te taşa vururken saçılan kıvılcımlara bakıp “Kisra’nın ve Bizans’ın hazinelerini görüyorum” diyerek çevresindekilere bu hedefi göstermemiş miydi? Bölgeyi, binlerce yıldır süren İran-Roma rekabetinden kurtarıp evrensel adalet ve barış yurduna dönüştürme hedefi…
Kur’an’ın Rum suresinin girişinde yine bu hedef gösterilmemiş miydi?
Kur’an’da “İbrahim’in kuşları” örneği, böylesi bir hedefin nasıl gerçekleşeceğini göstermek için verilmemiş miydi? (Bkz. “İbrahim’in kuşları” başlıklı makale).
Hz. Süleyman bu hedefin peşinden gitmiş ve kurduğu ülkenin başkentine Dâru’s-Selâm (Yeruşalim) dememiş miydi?
Abbasi İmparotorluğu’nun başkenti (Bağdat) bu hayal ile kurulmamış mıydı?
Selahaddin Eyyubi, Hz. Süleyman’ın mirasını kurtarmak için Dâru’s-Selâm’a (Yeruşalim/Kudüs) sahip çıkmamış mıydı?
Osmanlı İmparotluğu’nun başkentine (İstanbul) bunun için mutluluk, barış, esenlik yurdu: Dâru’s-Saadet (Dersaadet) denmemiş miydi?
***
Bütün bunlar Daru’s-Selâm’ın binlerce yıldır bu coğrafyanın tabiri caizse büyük ülküsü ve kızıl elması olduğunu göstermiyor mu?
Şimdi hangi gerekçeyle bundan vazgeçilebilir?
Herkes birleşirken biz niye dağılıyormuşuz?
Dünyanın orta yerinde koskocaman bir boşluk, sahipsizlik, dağılmışlık neden var?
Dünyada ikiyüz üçyüz yıllık birlikler kurulurken, binlerce yılın hayali neden gerçekleşmeyecekmiş?
Newyork, Atlanta, Teksas bir olurken, Paris, Köln, Londra, Helsinki, Madrid vs. elele verirken, Bağdat, Kudüs, İstanbul, Mekke, Kerkük, Musul, Şam, İslamadad, Kahire vs. neden mahzun kalacakmış?
Kimdir bizi parça parça bölenler?
Kimdir hayallerimizle bile alay edenler?
Yıkalım şu duvarları!
Önce hayallerimizde, zihinlerimizde yıkalım, arkası gelecektir.
Öyle gelecek ki, bir gün üç kıtanın hangi kapısından girseniz aynı levhayla karşılaşacaksınız: Dâru’s-Selâmâ hoş geldiniz …
Göklerinde İbrahim’in kuşlarının uçtuğunu, bozkırlarında Süleyman’ın atlarının koştuğunu, vadilerinde Salih’in develerinin gezindiğini, nehir kenarlarında Hz. Ömer’in koyunlarının özgürce otlandığını göreceksiniz…
Şu gök kubbe bunu görecek, görmeli!
Türkün, Kürdün, Arabın ve Acem’in görkemli geleceği buradadır. Ortak kaderi ve yeni uygarlığı buradadır. Haysiyeti, şerefi ve onuru buradadır!
Gerisi Amerikan dipçiğini öpmek, İngiliz postalı altında ezilmek, kendi doğduğu yere onların pasoportuyla girebilmek, zillet ve meskenet damgası yemek ve ayak altında sürünmektir.
Bölünmek, parçalanmak ve yutulmaktır.
Daha da bölünmek, daha da parçalanmak, daha da kolay lokma haline gelmektir…
***
“Kürdistan’a hoş geldiniz” levhasının fotoğrafını çekerek bana gönderen ve ne düşündüğümü soran arkadaşım, işte düşündüklerim…
Küçülürek değil; büyüyerek…
Birbirimizden ayrılarak değil; birbirimize tutunarak, birleşerek çıkarız bu badireden…
Ortak kaderimiz o levhada değil; bu levhadadır: Dâru’s-Selam’a hoş geldiniz...
[email protected]