Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Değerli fikir ve düşünce severler ve gerçeğin peşinde koştuğunuza inandığım yürek avcısı insanlar.....
bu genel hitaptan sonra özel hitabım ,kıymetli Ali Aksoy beyfendi!sizin bu yazınızı vesile kılarak tartışma/araştırmalara katılmak ve bilgilenmek istedim.
Platformunuza henüz katılmış sayılırım. Bununla birikte çok keyifli ve ufuk açıcı görüş ve fikirlerle karşılaştım. "Gerçek bilgi" takma adıyla konuyu başlatan ve sonra da "haktansapmaz" müstear isimle konuyu devam ettiren değerli Kur'an araştırıcısı beyfendiye hem müteşekkirim hem de değerli fikir ve görüşlerinden dolayı tebrik ederim çalışmalarının devamı ve paylaşılmasını arzu ederim.
Evet henüz yeni olduğumu söylemiştim bununla birlikte bu konuyla ilgili yazılan 84 sayfalık tartışmanın 45 sayfasını bir oturuşta okuyu verdim.
sıra sizin şuan bahsedeceğim konunuza gelmiştim. ve benimde tereddütlerimi içeren bu yazınızı okudum
Konuya giriyorum:
anladığım kadarıyla konunun büyük bir bölümü şu noktada düyümleniyor;
"İşin özünde, Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayette beş vakit bir namaza vurgu yapmamış olması ve Müslüman geleneğinde ise beş vakit namazın yaygınlık taşıması, geleneğin nakline göre Elçi’den önce kılınan namazın beş vakit olmadığı ve Son Elçi’nin Kur’an’a karşın hiçbir inanana 5 vakit namazı dayatamayacağı düşünüldüğünde bu durumlar bizi namazın İslam’a bir bütün şeklinde sokulmuş olabileceği düşüncesine itmiştir. O nedenle namazın mütevatir ve tekrarlanan sünnet olarak günümüze geldiği şeklindeki savunma bizim açımızdan önem taşımamaktadır. Zira namaz, Arap yönetiminden kesin bir destek bulduğu bir ortamda (ki Muaviye ve ardıllarının İslam’ı siyasetten kovma anlayışlarını topluma dayattıklarını çok iyi biliyoruz) bütün kültleriyle İslam’a sokulduktan sonra mütevatir ve tekrarlana gelen bir eylem durumuna geçmiş de olabilir."
diye açıkladığınız (altı çizili) kısımdaki iddianın üzerinde çokça durulması ve detaylandırılması gerekiyor.
Şunu demek istiyorum; Eğer SALAT geleneksel namaz değilse bu nezaman ve nasıl uyduruldu bu konuda tarihi rivayetler var mıdır? yani SALAT'ın geleneksel namaz olmadığına delil olarak neler var elimizde? (Kur'an yetmez mi delil olarak ) diyecekler için diyorum ki elbette yeter ancak hepimiz biliyoruz ki bu ciddi konunun izahı için bilginin diğer dallrı olan mantık, tarih vs . olmadan konu gönüllerde tatmine ulaşmıyor ne dersek diyelim olmuyor. Öyleyse Hz. İbrahim'in dediği gibi "kalbimin tatmin olmsı için " başka delillere de ihtiyaç var . bu bağlamda örneğin bizler günümüzde bile bir konunun lehinde ve aleyhinde yüzlerce şeyler yazılıp çiziliyor. Bu tartışılan konuyu ele alalım bizler tarih olduğumuzda sonrakiler bu konuyu merak ettiklerinde diyeceklerki bir bakalım bizden öncekiler bu konunun lehinde ve aleyhinde neler yazmışlar. Sonunda da buradaki SALAT hakkında yazılan her çeşitten görüşe ulaşacaklar. Diyorum ki İslam tarihinin hangi alanına baksak SALAT'a geleneksel namaz anlamı verilmiş farklı bir yaklaşım olmamış ya da enazından ben duymadım.
Bu tartışmada SALAT'A (din , bağlılık, Vahiy...) anlamı verenlerin kur'an-i delillerini daha kuvvetli bulduğumu söyleye bilirim. BUna rağmen kalbim hala mutmain değil. çünkü tarihten destek bulamıyorum. (Lütfen VAhiy yetmez mi )demeyin Amenna ancak kalbimin mutmainolmasını istiyorum.
Özetle diyor ki; Allah'tan başka ilah yoktur. Kıyamet kopacak ve her can yapıp ettiğinden hesaba çekildecektir. Bu kitap, insanları karanlıklardan aydınlıklara çıkaran bir rehberdir. Resul, yalnız vahye tabi olmakla, onunla uyarmakla emrolunmuştur. Keza, "deki" diye başlayan pek çok cümle O'nun da böyle söylediğinin / böyle yaptığının kanıtıdır.
Bizi hesaba çekecek olan sadece Allah'tır. O gün, atalarımızdan hiç biri, "çekil iki de benim soracağım var" diyemeyecektir.
Ve bizi neyden hesaba çekeceğini de yazmıştır. Kuran !
Kuran'da geçmişe delil anlamında yapılan yegane atıf, önceki kavimlerin helakidir. Yani, bakın diyor Allah, biz onları ne hale getirdik. Sonra, Firavunun akıbetidir, Nuhun gemisidir. Bunlar hep esasen arkeolojiye vurgudur. Yani, Kuran sırf bu yönü ile dahi, esasen kulaktan dolma şeylere değil, delile yönlendirir. Kanıtla yaşamaya, kanıtla ölmeye yönlendirir.
Sünnetullah kaidelerine ithafen yaptığı yollamalar da hep, araştırmaya, kanıta dayanmaya yönlendirir. Yani öyle gökyüzüne bakıp, "Rabbim, sen bunları boşuna yaratmadın" demek değil. Neyi, neden yarattın, nasıl yarattın, ne hikmetler var bu işte...
İşte salat, böyle bir bakış açısında ancak tartışılabilir.
Mesela, önceki kavimlerin özellikle İsrailoğullarının kıssaları, eğer sırf bir tarih bilgimiz olsun, bizden önce kimler gelmiş kimler geçmiş meraklanmayalım diye anlatıldı ise sorun yok... Eskilerin masalları gibi dinleyelim gitsin.
Ama öyle değil. Hep uyarı var. Her biri birer örnek. Bakıyorum, bir kavim, başlarında bir Peygamber, kırk gece içerisinde yoldan çıkmış, Buzağıya tapınıyor. Evet bu uç bir örnektir. Belki de uç olduğu için verilmiştir.
Eğer müslümanlar hiç bozulmayacak, yoldan sapmayacak, şeytanın hak ile batılı karıştırarak atacağı pusuya kanmayacak idi ise Allah ne diye anlattı bunları ?
Ve bir akıl yürütme formülü, sorgulama aracı öğretiyor Kuran.
Müşriklere soruyor: Allah size (veya atalarınıza) bunları emrederken oradamıydınız ?
Bunu çok önemsiyorum. Bu bir yöntemdir. Kişiyi, şüphesiz ve çelişkisiz veriye kılavuzlar. Tarihin bilinmeyenleri benim için Gayb dır.
İstanbul'u kimin fethettiği benim dinimin konusu değildir. Roma'nın nasıl kurulduğu da...
Fakat iş dine dayanırsa, şüpheci olmak yükümlülüğümüz vardır. Gaybı taşlamamak yükümlülüğümüz vardır.
Eğer İslam ümmetinde salat konusunda yahut diğer başka konularda tam bir yer değiştirme / anlam kaydırma hadisesi olmuşsa, bunun nasıllığı da şu an için gaybdır. Yani ben orada değildim, ne olup bittiğini bilmiyorum. Şu tartışma içerisinde bizi kınayanlar da bilmiyorlar. Zaten bunu bilebilmek dinimin yahut sorgumun konusunu da teşkil etmeyecek.
Yani bozulma şöyle yahut böyle olmuş. Ne değişir ?
Yahut bozulma olmamıştır diyebilir, böyle inanabilirsiniz.
O zaman da, Kuran'daki salat hususunda yöneltilen sorulara cevap vereceksiniz.
Siz eğer ben hadisleri, siyer kitaplarını delil kabul ediyorum ve hiç bir sorun yaşamıyorum derseniz sizi sadece tebrik eder, inanışınızın size ve tüm insanlığa hayır getirmesini diler, bırakırım.
Amma....
Şu konuda böyle, şu konuda şöyle deyip, bazı konularda tevatürü Kuran'ı delil edinerek terk eder, bazı konularda tevatürü delil edinerek Kuran'ı tevile yönelirseniz orada uyuşamayız.
Sözün özü, İslam ümmetinde asıldan bir sapma oldu ise, bu sapma ne zaman nasıl oldu, kimler tarafından gerçekleştirildi, ben bunu bilmiyorum. O sırada orada değildim. Ben, vahye tabi olmaya çalışırım.
Ve vahiy, neresinden okursanız okuyun başka bir salat anlatıyor.
Hem de uzun uzun anlatıyor.
Biz yanılmış olabiliriz. Doğrusu şudur diyenlerden, Kuran'a dayanarak izah bekledik / bekliyoruz.
Eğer yanlış düşünmüş isek doğrusunu öğrenmekten ve bir yanlıştan dönmekten daha güzel ne olabilir ?
Muhabbetlerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Öncelikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. İnşallah fikir alış verişlerimiz devam edecek . Şuan takip etmek istiyorum ve yazılanları tümüyle bir incelemek istiyorum. Aslına bakarsanız beni tanıyanlar beni hep modernist olarak gördüler (aslında kelimeyi ve geldiği kültürü hiç desevmeme rağmen) Ancak namaz konusundaki bu farklı yaklaşımları zihnimde tam olarak çözemedim. Gelenek zırhının ne kadar kalın olduğunu bilmeyenimiz yoktur.
Ben bir öğretmen olmam hasebiyle de konu benim için çok daha fazla bir önem kazanıyor. Bir din. kült öğretmeni olarak...
Şu bir gerçek ki, ben dinimi ilahiyat'ı bitirdikten sonra öğrenmeye başladım. Okumayı ve araştırmayı oldukça svmeme rağmen daha alacağımız yol, öğreneceğimiz çok bilgi (ki ,bunun sınırı zaten yok), farkına varacağımız çok hakikat var.
Muhlis kardeş selamınızı ve iyi dileklerinizi aldım teşekkür ederim.
Verilen linkteki yazıyı aynen aktaralım ki, insanlar kimin ne dediğini derli toplu görebilsinler. Yazı aşağıdadır. Yorumumu daha sonra yapacağım inşaallah.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
İlerleyen sayfalarda “salat” kelimesinin her
anlama gelebileceği ama kesinlikle şekilsel bir anlam ifade
etmeyeceğini savunan temelsiz iddiaları eleştireceğiz. Bunu yaparken
zaman zaman bu iddiayı savunanların kendi mantıklarını yine onların
yazılarına uygulayacağız; tutarsızlıkları, saçmalıkları, yanlış
yönlendirmeleri, keyfi yorumları göreceğiz. Umuyorum ki bunlar art
niyetli yaklaşımlar ve istediğini bulma eğilimi değil, sadece bakış
açısı ve anlayış eksikliğine dayalı olsun.
Hiç kimsenin çok sesliliğe, hatta saçmalama hürriyetine bile ses
çıkarma hakkı olmadığını düşünüyorum. Böyle olmasıyla birlikte sağduyu
sahibi insanların bunları alabildiğine eleştirme, bazen dikkate almama
veya değişik yönlerde tepkilerine de anlayışlı olunması gerektiğini de
düşünüyorum. Zira sap ile samanın karıştırıldığı ve anlam tahrifine
sapıldığı bir ortamda tepkiye alışık olunmalıdır.
Tanrı’ya itaat, bağlılık ve sevginin göstergesi olan “salât” eyleminin
fonksiyonunu keyfi yorum ve anlamlandırmalarla adeta sıfır konumuna
getirerek ortadan kaldırmaya çalışmak sevgi değil art niyetliliğin
göstergesi olabilir ancak.
Bu konu ile ilgili yanılsamalardan biri de şekilsel salâtı savunanların
mezhepçilikle suçlanmaya çalışılması. Oysa mezhep oluşturmak, kuranda
(salat) namaz vardır, oruç vardır, hac vardır demek değildir. Öyle
olursa salata namaz değil diyen arkadaşların dediği de aynı yönde olur;
zira biz vardır derken onlar yoktur diyor. Mezhebe kelime anlamıyla
bakacak olursak fark etmeksizin her iki tarafın söylediği de mezhep
olur. Önemli olan varılan sonuçtur ve bunun aksi ispatlandığında
değişebileceğine inanmaktır. Kaldı ki bizim anlayışımız da bu yöndedir.
Eleştirilere geçmeden önce Edip Yüksel’in bu konu ile ilgili cevabi
yazısındaki bir paragrafı alıntı yapıyorum:
“Müminler, kalpleriyle, beyinleriyle, vücutlarıyla, gölgeleriyle,
işleriyle ve her halleriyle Allah'a teslim olanlardır. Allah'a ait olan
her şeyinle Allah'a secde edebilmelisin, sevgili kardeşim. Zihnin ve
kalbinle Allah'a secde ederken, vücudunla secde etmemeye çalışman
Şizofrenik bir tavırdır. Bedenleriyle ve gölgeleriyle Allah'a secde
eden, ama kalpleriyle ve zihinleriyle secde etmeyenlerden ne kadar
farklı bir tavırdır bu? (13:15; 16:48-49) Kalbimiz ve zihnimiz
gerçekten Allah'a teslim olup ona secde ediyorsa, tüm varlığımız O'na
secde eder ve etmelidir.”
Şimdi sırasıyla eleştirilerimize geçebiliriz. Öncelikle bu
arkadaşların “salat” kelimesine verdikleri anlamı aktarıp ve sonrasında
“Deniyor ki” diyerek anlayışlarını aktararak eleştirilerimizi
yapacağız. Aşağıdaki alıntılar internet ortamında namazın şekilsel
olmadığına ilişkin dolaşan yazılardandır.
“SALAT” kelimesine verdikleri anlamlar şöyle: “İslam ailesine
girenlerin, bildiğimiz bir aile yapısı ve bağları gibi Allah’ı ve
birbirlerini sevmeleri, destek vermeleri, bağlılık, yükümlülük
göstermeleri, irtibat halinde olmalarıdır, hayra barışa çalışmalarıdır.
Allah yolunda verilen her turlu destek, uğraş, ibadettir.”
Deniyor ki: “Kuranda oruç ibadeti anlatılırken Ey müminler oruç
sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı der, ama
namaz için böyle bir ayet yoktur. Siz hangi ayetten bu emri
alıyorsunuz?”
—Kuranda bir emrin uygulanmasının istenmesi önceki ümmetlere daha
önce bunun söylenip söylenmemesine bağlanmaz. Kuranda birçok emir ve
uygulama vardır ki “sizden öncekilere” sözü kullanılmaksızın
bildirilir.
- Tevrat’ta ve İncil’de insanların kazançlarından bağış olarak ihtiyaç
sahiplerine verilmesi söylendiği halde bu, Kur’an’da “sizden
öncekilere” sözüyle birlikte kullanılmaksızın zekât olarak bize
emredilir.
- Öksüzün hakkının diğer kitaplarda verilmesi istendiği gibi, yine
bizden de malum cümle kullanılmaksızın aynısı istenir. Zira Rabbin
yasasında değişiklik olmaz. Kurandaki her emir için buna onlarca örnek
verilebilir. Dahası, Tanrı’nın kuranda sözüne ettiği her şey için bunu
“daha öncekilere bildirdiğim gibi” demesine gerek yoktur.
Deniyor ki: “Rekat sayısı,okunacak dualar,ana dilde ibadet,kazası var
mı, uyku, bozan haller, kurallar, secde, rüku, kıyam nasıl olur sırası
nedir,hasta,yaşlı,genç kimler yükümlü,cami adabı, imam, müezzin, kamet,
pusula, yürürken namaz nasıl kılınır,eller kollar, dizler, tekbir,
selamlama, Ekber niye Allahın ismi değil, vakitleri 2,3,5...vs kısacası
namaz ile ilgili her ayrıntı olmalı Kuranda ,eğer eksik olmadığına iman
ediyorsak bu konularda dayandığımız ayetler nelerdir?
— Gelenekçi anlayıştan gelindiği için yine onlarla aynı hataya
düşülüyor. Kur’an’da asıl itibariyle istenmeyen, insanların serbest
uygulamalarına bırakılan hususlar ile ilgili ayrıntılar isteniyor
nedense. Ve bu da Kur’an’ın eksik olmadığı mantıksızlığına sığınarak
yapılıyor. Kur’an dışında yığınlarla uygulama uyduruluyor ve sonra
madem eksik değil kuran, neden bunlar yok deniyor. Veya Tanrı’nın her
uygulanmasını istediği ibadete ilişkin her detay beklenmektedir.
Tanrı’nın serbest bırakması göz ardı edilerek.
Deniyor ki: “Ancak şekilsel bir varlığın önünde yere kapanarak Şekilsel secde yapılır.”
— İleride azaların yıkanılması konusuna değineceğiz ama yeri gelmişken
burada öne sürülen mantığa aynısıyla karşılık verelim. Görüldüğü gibi
şekilsel secdeyi şekilsel varlığa bağlıyorlar. O halde bizde, ancak
şekilsel olan bir secde şekilsel bir ön hazırlılığı gerektirir
diyebiliriz. Dolayısıyla aynı mantıkla hareket edersek şekilsel olmayan
bir ibadet için şekilsel bir ön hazırlığın gerekmediği sonucuna
varırız. Görülüyor ki bu insanlar o kadar art niyetlidirler ki küçük
mantıksal sorunları ve bu mantıklarının kendilerine geri döneceklerini
dahi düşünemiyorlar.
Deniyor ki: “Ekber kelimesi Allahın isimlerinden değildir.Ekber
kelimesinde karşılaştırma vardır aracı ve alt ilahlarla,Kebir gibi
değildir.”
—Bununla güya başka tanrıların olduğuna dair okuyucuları
yönlendirmeye çalışıyorlar. Fakat yazıyı hazırlayan vatandaş 23:14
ayetini unutmuş olmalı. Ayet şöyledir “yaratıcıların en güzeli”. Yine
aynı mantıkla hareket edersek “23.14” ayetinden birçok yaratıcıyı
anlamamız gerekecek. Komik değimi? Neyse devam edelim.
Deniyor ki: “Bir putperest(nesnelerle ibadet) ritüeli olarak namaz
da Mecusilerden gelir,onlarda aracı nesne olarak ateşi kullanıyorlardı
ve ritüel uydurmuşlardı.Allah adına uydurulan ve dualarda, irtibatta
aracı konan ritüellerden biridir aynı dikili tas etrafında 7 kez dönme
gibi ve şirk unsurudur.Allah her yerdedir,önünde yere kapanma ancak bir
nesne ile olur oda putperestliktir, sözlüklerden putperestliğin
tanımına bakınız.”
—Puta tapınmanın nasıl olduğu ve hangi inançla yapıldığı hemen
herkes tarafından bilinen bir şeydir. Bunun sanki bilinmiyormuşçasına
tanımlanması ve inananların namaz uygulamaları ile eşleştirilmesiyle
okuyanları bilinçli bir düşünsel yanılsamaya sürüklüyorlar. Ve
Kur’an’da olmayan, geleneğin yerine getirdiği bir takım uygulamalar
kullanılarak suçlama yönlendiriliyor.
Bir yere yönelip Tanrıya yakarma, kuran ile başlayan bir şey
değildir. Tahriflerin olmasına rağmen Kitab-ı Mukaddesteki Süleyman’ın
duası ve Tanrı’nın kabulü ile ilgili ayetler Kurandaki ayetlerle
örtüşerek sağlam bir delil teşkil ederler:
“1.Kr.8: 29 Gözlerin gece gündüz, ‘Orada bulunacağım! dediğin bu
tapınağın üzerinde olsun. Kulunun buraya yönelerek ettiği duayı
işit.1.Kr.8: 30 Buraya yönelerek dua eden kulunun ve halkın İsrail'in
yalvarışını işit. Göklerden, oturduğun yerden kulak ver; duyunca
bağışla. 1.Kr.8: 35 "Halkın sana karşı günah işlediği için gökler
kapanıp yağmur yağmazsa, sıkıntıya düşen halkın buraya yönelip dua
eder, adını anar ve günahlarından dönerse,”
Tanrı’nın iradesi ile yapılan mabet için oraya yönelerek dua etmenin,
yakarmanın uygulanması eskiden gelen bir Tanrı’sal uygulamadır. Daha
önceki dönemlerde Süleyman tapınağına yönelerek yapılan dualar 2:144
ayetiyle başka bir yöne yönlendirilir. Bunun ise şirkle ilgisi yoktur.
Kâbe’ye olan yönelme tıpkı Süleyman’ın kast ettiği anlam çerçevesinde
bir yönelmedir. Kaldı ki belirlenen yere yönelin denildiği halde bunun
mutlak manada talep edilmediğini de yine Kuran’da (2:115) buluyoruz.
Dikkat çekiciliği ve manidar olması açısından Tevrat’tan son bir ayet
aktarayım:
“1.Kr.8: 54 Süleyman, RAB'be duasını ve yalvarışını bitirince,
elleri göklere açık, dizleri üzerine çökmüş olduğu RAB'bin sunağının
önünden kalktı.
Deniyor ki: “Bakara 239 Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız
(namazlarınızı) yürüyerek yahut binmiş olarak (kılın). Güvene
kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu
anın (namaz kılın). Yürür iken namaz kılınacağını iddia eden mealciler
zaten namazı inkar etmiş olurlar.”
—Bu ayet namazın inkârı anlamında değil, bilakis böyle olduğunu
sananların namazı gereği gibi anlayamadıklarını gösteriyor. Bu ayet,
Kılınan namazın mutlaka şekilsel olmasının gerekmediği anlamına gelir.
Çünkü Tanrı’ya yönelme, onu yüceltme ve bu şekilde ondan yardım dileme,
sadece onu yüceltmenin, itaatin, saygının ve yegâne önünde eğililmesi
gereken varlık olarak kendisinin kabul edildiğinin göstergesi olan
şekilsel boyun eğişle yapılmamaktadır.
Bu ayete verdikleri komik anlama ve ayetten bir kelime gizlemeleri
hususuna ileride değineceğimden şimdilik bunu ilerletmiyorum.
Deniyor ki: “Allah ve melekler peygambere namaz mı kılmaktadır yoksa destek mi olmaktadır ?”
—“salat” kelimesinin farklı anlamlarda kullanıldığı bilindiği halde
art niyetli zihinsel yönlendirmeyle 33:56 ayetini farklı yönde çevirisi
yapılmıştır. İlgili ayette “destek” anlamına gelen “salat”ı bilinçli
olarak bir diğer anlamı “namaz” ile çevirmişlerdir. Aynı yöntemi biz
uygulayalım şimdi de; Yani onların “salat”a verdikleri anlamlardan
birini mesela bu ayete uymayacak bir anlamını alıp bu ayete
yerleştirelim: “Allah ve melekleri peygambere “bağlılık” gösterirler
veya “bağlanırlar”” “Allah ve melekleri peygamberin “arkasından
giderler” “o sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için “arkasından
gider. (33:43)” Görüldüğü gibi bizde “salat”ın başka anlamlarını
uygunsuz yerlerde kullandığımızda anlamsız sonuçlara varmaktayız. O
halde bunu yapmalarını iki nedene bağlayabiliriz; bunlardan birincisi
akıllarının bunu algılayamadığıdır, ikincisi art niyetli olmalarıdır.
Deniyor ki: “Vusta vakit bildirmez, öğle salâtı yoktur, sadece 2
vakit sabah akşam salâtı vardır, peygamber bu salâtlarda müminleri
toplayıp kuran okuyup ayetleri açıklamıştır.
Muhammed Esed 23:62 Biz hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemeyiz; ve
katımızda (insanların ne yaptığı, ne yapabileceği konusunda) gerçeği
söyleyen bir kitap bulunmaktadır; binaenaleyh, kimseye haksızlık
yapılmayacaktır.
“vus” kökü 23:62 de gücü ölçüsünde anlamında,bakara 238 de ise en uygun diye çevrilmiş Muhammed Esed tarafından
2:238 SALATLARINIZA ve SALATLARINIZI en uygun şekilde ifa etmeye dikkat edin; ve Allah'ın huzurunda içten bir bağlılıkla durun.
Allaha olan desteğinizi ve desteğinizi (gücünüz ölçüsünde) şekilde
ifa etmeye dikkat edin,yanı kapasiteniz oranında yerine getirin
Aşağıdaki ayette de sabah ile akşam arası salat olmadığı açıktır..
(NÛR suresi 58. ayet) Ey Müminler, elinizin altındaki köleler ve
hizmetçiler ile aranızdaki henüz ergenlik çağına girmemiş gençler,
günün şu üç vaktinde, yani fecr salatından önce, öğle sıcağında
soyunduğunuz saatlerde ve işa salatından sonra odanıza girerken sizden
izin istesinler. Bu vakitler mahrem yerlerinizin açık olabileceği
vakitlerdir. Bu vakitler dışında ne sizin için ve ne de onlara bir
sakınca yoktur. Birbirinizin odalarına rahatça girebilirsiniz İşte
Allah size ayetlerini böylesine ayrıntılı biçimde açıklar. Allah her
şeyi bilir ve O'nun her işinin, her buyruğunun mutlaka bir gerekçesi
vardır.”
—“Salatül vusta” konusundaki anlayış farklılıklarına saygı
göstermekle birlikte yukarıdaki yazılanlarla ilgili bakış açısı
eksikliğini eleştireceğim. Öğlen salâtı yoktur gibi kesin bir yargıya
varmak hatadır. Birinin “vusta” kelimesinden anladığı “namaz en
ölçülüdür” olabileceği gibi bir başkası “orta namaz” olarak onu
anlayabilir. Ayrıca 24:58 ayetinde öğlen namazının bildirilmemesi bunun
kesinlikle olmadığı anlamına gelemez. 17:78 ayetindeki güneşin sarkması
tepe noktasından batıya kayması şeklinde anlaşılabileceğinden, güneşin
batışına kadar geçen sürenin öğlen namazı vakti olduğu ortaya çıkar ki
bu da geniş bir zaman aralığı demektir. Böylece ayetteki anlatım,
güneşin tepe noktasından başlayıp batışına kadar süren geniş bir zaman
dilimiyle değil, o dönemlerde uygulanan ve vakti belirli bir
uygulamayla (öğlenleğin dinlenmek için soyunma vakti) üzerinden
anlatılmış olabilir. Bu nedenle yukarıda adeta altın bulmuş gibi bunun
böyle sunulması yanlıştır.
Vusa ve vusta arasında harf benzerliği dışında başka hiçbir benzerlik
bulunmamasına rağmen, anlamları arasında bir benzerlik kurmaya çalışmak
ise son derece komik ve saçma olduğundan herhangi bir açıklamaya gerek
görmüyorum. Son derece art niyetli bu çabayı ise sağduyu sahiplerinin
iyice düşünmesini isterim.
Deniyor ki: “hud 114 teki salat vakitleri toplantı salatlarıdır”
—11:114 “salat”ın baştan yanlış anlamlandırılmasından dolayı
şekilsel salata ait olan ayetin zamansal açıklamalarının anlamını
tahrif etmeye çalışmışlardır. Hatta oluşacak “söylev” anlamındaki saçma
emrin saçmalığını ortadan kaldırmak için de bu uygulamanın sadece
peygambere ait olduğu gibi tutarsız ve tehlikeli bir yoruma
sapılmıştır. Bu, kuranın başka birçok hükmünün bizim zamanımızda ve
bize hitap etmediği düşüncesine yol açar ki bu da saçma olur. Bu ayetin
peygambere ait olduğunu ise bakın bu cümleyle savunuyorlar “ZATEN EY
MUMINLER HITABIYLA SALATI IKAME EDIN EMRI YOK” Şimdi siz bu kapsama “ey
müminler” diye başlamayan her ayeti koyabilirsiniz. Tabi 20:132
ayetindeki “yakınlarına/çevrendekilere salatı gözetmelerini söyle”
ayetini de amaçlı olarak farklı anlıyorlar. Yani peygamber her bireyin
kendisinin yapacağı salâtı gözetmelerini değil de onu dinlemeyi
gözetmelerini istemiş oluyor onlara göre.
Bu ayete göre peygamber her gün, günün ilk ışıklarıyla nutuk atmaya
başlıyor ve inananlar günün ilk ışıklarında kalkıp nutuk’u dinlemeye
gidiyorlar; bununla kalmıyor birde akşam saatlerinde nutuk atılıyor
tabi. Diğer ayetlere verdikleri anlamı dikkate aldığımızda ise nutuk
atılırken ve dinlerken önceden yıkanmanın gerekliliği, sex yapmışsan
nutuk dinlememen ve nutuk atmaman gerektiği gibi birçok saçma sonuca
varmış oluruz.
Deniyor ki: “Aleviler yani ali ve taraftarları neden namaz kılmaz, kurandaki salat namaz değil der”
—iddialarını güya desteklemek için bunun gibi temelsiz bir iddiayı
ortaya atabilmektedirler. Ali ve ehli beytin takipçilerinin temelde şia
mezhebi mensupları olduğunu ve bunların da bildiğimiz anlamda şekilsel
salâtı yerine getirdiklerini küçük bir araştırma yapan herkes
görebilecektir. Türkiye’deki alevi topluluğun uygulamadığı “salat”ı,
sanki Ali taraftarlarının hepsinin fikriymiş gibi sunarak kendi
fikirlerini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Bunu yaparken de güya
inanmadıkları rivayetlerle süslemekten çekinmiyorlar.
Deniyor ki: “Salatın birde dua manası vardır. Dua genel manada
çağırmak, davet etmek anlamına özelde Allah'ın yardımını çağırmak,
Allah'a niyaz etmek anlamına gelir. Zekeriya AS. Mihrapta salat ederken
melekler ona nida ediyorlar. Burada Zekeriya AS. niyaz halinde olduğu
anlaşılıyor.”
—Başta “salât”ı başka anlamlarıyla anlatan bu inanış, Zekeriya’nın
mescitte yapmış olduğu namazı ile ilgili ayete geldiklerinde “salât”
kelimesinin anlamlarından birinin de “dua” olduğunu kabul etmek zorunda
kalıyorlar. İçinde “salât” kelimesi geçen her ayeti kendi istekleri
doğrultusunda değiştiren bu arkadaşlar aslında bu anlamı da kabule
yanaşmayacaklar ama ayet onları zorlamaktadır. Yoksa diğerlerine
uyguladıkları mantığı kullansalar aslında “dua” anlamını veren ayrıca
Arapça bir kelimenin olduğunu ve “salat”ın “dua” anlamına
gelemeyeceğini de düşünecekler ama ayet izin vermiyor
Deniyor ki: “secde ve rüku şekilsel değildir”
—Bu vatandaşlar aynı şekilde secdeyi ve rükûu anlamlandırmaya
çalışıyorlar. Secde’nin anlamlarından birinin “yere doğru eğilmek”,
rükûu’nun anlamlarından birinin “eğilmek” olduğunu yazılarına
aktardıkları halde her nedense secde ve rükuu kelimeleri her anlama
gelmelerine rağmen hiçbir şekilde şekilsel olarak bu anlamlara
gelmemektedir bunlara göre. Ne “secde” ne de “rükuu” kelimelerinin tek bir anlamı olduğunu
kimse söylememesine rağmen, sanki bu kelimelerin şekilsellik ifade eden
tek anlamları olduğunu kendi kafalarınca öne sürüp keyfi olarak
ayetlerde geçen secde kelimesinin yerlerine şekilsellik anlamını
yerleştirerek kendilerini doğrulatmaya çalışıyorlar.
Deniyor ki: “17. Surede ağlayarak çeneleri üstüne secde ederler
Örneğin bazı kültlerde saygı göstermek için göbek üstü secde edilir.
Kuran'da geçen secdeye yorumlanacak ayet ise mezhepçileri üzecek
türden. Bu ayete göre alın bölgesi değil, çenenin üstüne "düşmek"
gerekir.
—Çeneleri üzerine yere kapanmaktan başın öne eğilmesini anlıyorlar
anlayacağınız. Çenenin üzerine yere kapanmanın bildiğimiz secde
olduğunu kabule yanaşmıyorlar, onun yerine komik ve saçma olan ve
üstelik çene üzerine değil çene altına doğru yapılan komik uygulamayı
kabul edebiliyorlar. Zira şekilsel olarak yapılan secde zaten çeneler
üzerine yere kapanmadır.
Deniyor ki: “2:238’de geçen kıyam kelimesi nedir?...ve kumu lillahi kanitın
Ve Allah için / Allah’a bağlı olarak dikilin / ayakta durun. Kimse
namazında çakı gibi yerinde dikilmiyor, ayakta durmak ancak söylev
anlamıyla mümkün.”
—Bu anlayışa göre peygamber hiçbir dini söylevinde oturmamıştır ve
sizde dini anlatırsanız mutlaka ayakta durmalısınız. Hele dini
anlatırken ses tonunun ayarlanması yorumunu da hesaba katarsak
insanların çokluğuna, nutuğu yapanın duyulup duyulmamasına
bakılmaksızın normal konuşma ses tonuyla hitap edilmesi gerekmektedir
ki bu da evlere şenlik bir durumdur
Deniyor ki: “Kökü س جد mescit kelimesinin Kuran’daki kullanılışına
baktığımızda bunun fiziksel bir binayı değil, içimizde oluşturduğumuz
bir yapıyı belirttiği ve aynı “Allah yolunda” gibi bir mecazi anlam
içerdiği anlaşılmaktadır. Buna göre mescit’in muhtemel çevirisi “secde
edilen yer” değil, (içimizde oluşturduğumuz Allah’ın yasalarına) itaat
davranışı; (Allah’ın yasalarına) uyma, riayet hali olmalıdır. (Allah’ın
emirlerine) “İtaat yapısı, riayet kurumu” gibi alternatif çevirilerde
mümkündür ki bunlar daha gerçekçidir çünkü bu YAPI içimizdedir ama biz
kulağa hoş gelmesi açısından örneklerimizde “itaat davranışı”
çevirisini kullanacağız.”
—Görüldüğü üzere alabildiğine keyfi yorumlarla anlamlandırma
yapılmaktadır. Komik bir ayet çevirisi sunalım “17:07 Eğer iyilik
ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş
olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara
etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e (Süleyman Mâbedi'ne)
girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler
(diye, başınıza yine düşmanlarınızı musallat kıldık)
Yahudilerin düşmanları henhangi bir mescide değil, Yahudileri
yenmek için birbirleriyle“itaat davranışına / riayet haline”
girmişler.” Diyorlar.
-Süleyman’ın Kudüs’e gidildiğinde herkes tarafından kalıntılarını
görebileceği mabedi bir anda itaat davranışı ve riayet haline dönüşmüş.
Babilliler tarafından yıkılan tapınak bir anda ortadan kalkmış yok
olmuştur. Mescit kelimesini itaat davranışı ve riayet hali diye keyfi
anlamlandırmalarına rağmen bu kelime kimi yerde “riayet hali yapısı”
olabiliyor(9:108), bir başka ayette ise öyle bir kelime olmamasına
rağmen “itaat davranışı kurumları” oluyor ayet onlara göre.(2:114)
Birisi bu ayetten ne anladığını söylemelidir sanırım. Bu itaat
davranışlarının ne olduğunu, riayet haline kendimizi nasıl adamamız
gerektiğinin de sanırım anlatılması lazım ayetlerle. Anlaşılan belirli
zamanların dışında, şu itaat davranışlarına önem gösterilmesi şart
değil. Hal böyle olunca, ibadet yerlerinde insanların Tanrı’yı anmanın
haricinde başka bir şeye yönelmemelerini, kendilerini Tanrıyı
yüceltmenin, ona duanın, ibadetin ifadesi olan “salat”ı uygulamalarını
anlayamıyorlar.
Deniyor ki: “peygamberin salatında ilk anlam, görev tebliğ, söylev,
toplantı düzenlemek ve ayetleri okumak, açıklamak, müminlerin salatında
ilk anlam,görev ise bu salatlara katılıp,ayetleri dinlemek,öğüdü alıp
icra etmektir.”
—Görüldüğü üzere “salat” bir anda onlarca anlama geliyor gerçek
anlamları dışında. İşin garibi “salat” kelimesi geçen ayetleri,
peygambere hasredip sonrada bu ayetlerde “dinleyip öğüt alın”, ya da
“icra edin” anlamı olmamasına rağmen bizim bunlardan “söylev”, “dini
açıklama” anlamlarını değil de “dinlemeği”, “icra etmeyi” anlamamız
gerektiğini söylüyorlar; herhalde bu kadar keyfilik olur.
Deniyor ki: “73:02-04 (Ey Peygamber) gece kalk, pek azı hariç,
yarısı, yahut ondan biraz eksilt(yarısından az kalk) veya artır (buna
ilave et, yarısından ziyade kıl) ve Kur'an'ı ağır ağır,güzel güzel oku!
PEYGAMBERİMİZ akşam bağlantısını / söylevini yerine getirirken
Kuran'ı ağır ağır okuyacak, BİZ DEĞİL. Mesajı aldıktan sonra ayetleri
tekrar tekrar okumanın ne anlamı var?Allah neden böyle bir şey
yapmamızı istesin
—Şimdi anlıyoruz ki peygamber deliler gibi, gece kalkıp ne zaman
kalktığı da belli değil, topluyor birilerini ve başlıyor nutuk atmaya.
Bunu yazan vatandaşlar kuran’ın ayetlerinin tekrar tekrar okunmasının
da anlamsızlığını düşünüyorlar böylece. Ayette “ey peygamber” ifadesi
olmamasına rağmen çevirenin oraya parantez içi eklemesini zevkle
alabiliyorlar.
Deniyor ki: “Namazını bağırarak kılan var mıdır? Niye böyle bir uyarı gereği duyulmuştur?
—Yukarıda da söz ettiğimiz gibi bu anlayış oldukça gariptir. Bizde
sorumuzu soralım o halde: söylevini yaparken büyük topluluklara
bağırarak hitap etmekten başka seçeneği olan var mıdır? Ya da çok kısık
bir sesle nutuk atanı hiç gördünüz mü? Neden böyle bir uyarı gereği
duyulmuştur? Gördüğünüz gibi hem mantık hem yorum alabildiğine
saçmadır. Sesin çok yükseltilmemesi, çokta kısılmaması ikisi arasında
bir yol tutulması normal konuşma tonunu anlatır ki nutuk için bu
yeterli değildir.
Deniyor ki: “söylev peygambere özgüdür”
— Söylevin peygambere özgü olduğunu söyledikleri halde, 4:103 ayetini
“…Bağlantı / söylev, müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farz
olmuştur.” Diye çevirebiliyorlar komik değil mi? Şimdi bu ayette
kastedilen müminler kimdir, yoksa peygamber mi kast edilmişti? Salat’ın
müminler üzerine farz olması söylenmesine rağmen.
Deniyor ki: “VUSTA,EN UYGUN /HAYIRLI BELIRLENEN MEHİR MİKTARINI İFADE EDİYOR.”
—Kuranda birçok örneği bulunmasına rağmen ve sanki anlatılan hiçbir
konunun arasında başka bir ayetle başka bir konuya değinilmiyormuş gibi
2:238 ve 239 u öncesindeki ayetler ile anlamaya çalışıyorlar. Tabi öyle
olunca da işin işçinden çıkılmaz hale geliyor. 2:239 daki vusta
kelimesine “aracı” “hakem” anlamlarını yükleyebilmekte ama ayetteki
“yürürken” ifadesine aynı şeyi yapamadıklarından başka bir anlam
yükleyememektedirler; geriye kalan tek şey var, bu ifadeyi ayetten
çıkarmak. Şimdi ayeti görelim asıl çevirisiyle birlikte:
2:239Bir kaygı ve endişeniz varsa, yaya veya binmiş olarak kılın.
Güvene kavuştuğunuz zaman, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi
ALLAH’I anın.
02:238-239 Bağlılıkları(MEHİR YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ) ve en uygun bağlılığı
koruyun. Allah'a tam bir teslimiyet ile yerine getirin. Eğer çekinir
(mehır yükümlülüğünü belirleme) yerine getiremezseniz
vasıta(aracı,hakem kişi) ile yerine getirin.Eğer kendinizi emin
hissederseniz Allahın öğrettiği gibi yerine getiriniz.(vasıtasız
236'daki gibi)
Görüldüğü gibi çeviride “çekinir” ifadesine kendilerince ve keyfi
olarak başka anlam, salat yerine başka anlam, vasıta yerine başka anlam
kullanılmasına rağmen, “yürürken” kelimesi yerine ne kullanıldığı belli
değil çünkü ifade görmezden gelinmiştir.
Deniyor ki: “Çok güvendiğimiz çevirmenler namaz ibadetini koruyabilmek
için ne kadar mantığa ters düşse de yukarıdaki ayetleri aynen böyle
çevirmektedirler. Bazıları ayeti “yağmurdan yaralanırsanız” yerine
çelişkiyi ortadan kaldırabilmek için “yağmurdan size bir zeval gelirse”
diye çeviriyor. Müslümanlar da kandırıldıklarından habersiz bu ayetlere
bakarak savaş zamanında namazlarını kısaltabileceklerini düşünüyorlar.”
—Kendi mantığından habersiz tutarsızlıklarından habersiz suçlamayı
başka tarafa yönlendiriyorlar. Genel olarak 4:102 ayeti savaş durumuyla
ilgilidir. 2:239 daki ayeti de kaygı ve endişe anlamlarıyla bu kapsamda
değerlendirebiliriz. Bu tıpkı “Yahudileri ve Hıristiyanları dost
edinmeyin” ayeti ile 60:8,9 ayetlerinin birlikte düşünülmesiyle ortaya
çıkan doğru davranış gibidir. Yani sefere çıkıldığında tehlikenin,
endişenin ve düşmanın durumuna göre gerek binitler üzerinde gerekse
yürüyerek tanrının anılması ve dua olarak uygulanan Salat’ın, düşman
karşısında durumun izin verdiği hallerde namazın şekilsel olarak
kısaltılmasını kapsamaktadır. Şimdi onların ayeti çevirmelerini
aktaralım ve tutarsızlıklarını yazalım. Ama öncelikle doğru çeviriyi
sunalım: “Yeryüzünde savaş için yolculuğa çıktığınız zaman inkarcıların
size saldırmasından korkuyorsanız namazı kısaltmanızda bir sakınca yok.
Kuşkusuz inkarcılar sizin açık düşmanınızdır. Sen içlerinde olup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir
grup sizi korumak için yanınızda bulunsun ve silahlarını da yanlarına
alsın. Namaza duranlar secdeye vardıklarında arkanızda bulunsunlar.
Sonra namaz kılmamış olan grup gelsin ve seninle birlikte namaza
dursunlar, (namazı bitirmiş olan grup ise) silahlarını alıp nöbet
tutsunlar. İnkarcılar, silahlarınız ve eşyanız hakkında dikkatsiz
davranmanızı ve böylece sizi ani bir baskınla bozguna uğratmayı
umarlar. Yağmur ve hastalık gibi özürlerden ötürü silahlarınızı
bırakmanızda bir sakınca yok. Ancak alarmda olun. ALLAH kafirlere
alçaltıcı bir azap hazırlıyor.”
Şimdi diğer çeviriyi görelim:
“04:101 Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size eziyet
etmelerinden endişe ederseniz, (sefere gitme) BAĞLILIĞINIZDAN /
YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜZDEN KESMEDE size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler,
sizin apaçık düşmanınızdır. 04:102 Sen de içlerindeyken onların BAĞLILIKLARINI /
YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ YERİNE GETİR, onlardan bir kısmı seninle beraber
dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece itaat ettiklerinde
/ riayet ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz
BAĞLILIĞINI / YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ YERİNE GETİRMEMİŞ OLAN (bu) diğer gurup
gelip seninle beraber BAĞLILIKLARINI / YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ YERİNE
GETİRSİNLER ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O
kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil
olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer yağmurdan
yaralanırsanız yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size
günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için
alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”
Bu arkadaşlar düşmanın eziyetinden korkulması durumunda savaşa
dileyenin gitmemesi gerektiğini düşünüyorlar 4:101 ayetinden
anladığımıza göre. Tabi ayetleri inançları yönünde tahrif etmeye
başlayınca bu duruma düşülmesi normal. Ve her nasıl oluyorsa Tanrı’nın
isteğiyle, peygamber bizim bağlılığımızı yerine getiriyor. Yazılarına aldıkları diyanetin çevirisinde parantez içinde
kullanılan “yanlarına” ifadesini “siz elinde namaz kılan kimseyi
gördünüz mü?” diye eleştirirken kendileri çevirilerinde bu ifadeyi
rahat rahat kullanabiliyorlar. İnsanların silahlarını yanlarına
almalarını ellerinde tutmak olarak algılayan bir beyne nasıl mesaj
verilebilir ki? Kaldı ki ayet iki gruptan söz eder. Bir grup namaz
kılarken diğerleri silahlarıyla her an gözetmede ve kollamada
olmalıdırlar. Bu kaygı, endişe çok ise şekil şartı aranmaz 2:239
kapsamında her insan ibadetini yapar.
Bu vatandaşlar ayetlerin arasındaki ilişkiyi de kesmektedirler. 4:101
de düşmanın eziyetinden korkanların yükümlülüklerini yerine
getirmeyebileceği söylenirken 4:102 de olay birden yükümlülüklerini
yerine getir ifadesine dönüyor ve peygamberin yükümlülükleri bizler
adına yerine getirmesinden söz ediliyor. Lütfen 101 ve 102
ayetlerindeki konu atlamalarına dikkat edin.
Deniyor ki: “Abdest ayeti ile peygamberin Kuran'ı tebliğ ve müminlere
öğüt için düzenlediği salatlara ( Hud 114 te anlatılan fecr ve işa
toplantı salatları)söylev / bağlantı için iştirak kuralları
verilmiştir. Allah söyleve katılanların temiz olmasını ve ne dediği
bilir durumda olmasını istemektedir. Çünkü sarhoş olarak söyleve
katılan kişi Allah'ın sözlerini, okunan ayetleri anlamakta güçlük
çekebilir veya onları alaya alabilir, yanlış yorumlayabilir, kelimeleri
kaydırabilir. Bu hadiseden önce elleri, yüzü, vs... yıkamak da zihni
açmak ve algılamayı kolaylaştırmak içindir, teyemmüm şartı da elektriği
atmaya, bilinci açmaya yöneliktir,”
—Bu vatandaşlar dini söyleve katılmak için abdest alınması gerektiğini
söylemiş oluyor. 5:6 ayeti incelediğinizde söyleve katılmamanız gereken
saçma halleri göreceksiniz. Yani tuvaletinizi yapmışsanız söylevi
anlayamıyorsunuz aklınız kapanıyor nedense, sex yapmışsanız yine
peygamberin dini anlatmasına katılamıyorsunuz; aklınız söylenenleri
almıyor çünkü.
Bir de söyledikleri “salat”ı diğer anlamıyla düşünelim. Bunlara göre
salat aynı zamanda söylev anlamındadır. 5:6 ayette söyleve kalkarken
yıkanılması söyleniyor. Demek ki konuşulmaya başlandığı anda eller vs.
yerler yıkanmış olacak; kadına yaklaşılmışsa yine dini anlatamazsın,
her şey bir yana birde tuvaletini yapmışsan yine dini kesinlikle
anlatamıyorsunuz.
Kuranda bir sürü ayeti deyimsel olarak düşünen bu vatandaşlar iş
“namaza yaklaşmayın”, “kadınlara yaklaşmışken” ayetlerine geldiğinde
ayetleri olduğu gibi alabiliyorlar işlerine geldiğinden. Kadınlara
yaklaşmışken meydana gelen sex sarhoşluğu nasıl bir şeyse suyla
toprakla geçiyor anlaşılan. İnsan o sarhoşlukla suyu düşünebilecek mi
diye düşünmüyorlar. İnsanın niyeti zaten nutuk’a katılmaksa bu halinden
sıyrılır, yok eğer sex sarhoşluğunun içinde ve amacına ulaşacaksa o
durumdan çıkmaz akıl olarak, suyu da toprağı da aramaz.
Yine bu vatandaşlar güya sarhoşluğu açıklamaya çalışıyorlar. Güya
sarhoşluğun sadece içki içmekle mümkün olduğunu söylüyoruz ya da
savunuyormuşuz gibi ahkâm kesiyorlar. Lanetledikleri bir sürü rivayeti
kendilerini desteklediğinde aktarmaktan çekinmiyorlar.
Deniyor ki: “SIZCE NAMAZ KILINMIYACAKSA KIŞI TUVALETTEN SONRA
ELINI, DİRSEGINE KADAR KOLUNU, YÜZÜNÜ YIKAMASIN MI? TABIKI HAYIR
BURDAKİ SALAT YASAMIN KENDISIDIR, KURAN BİR ÖĞÜTTÜR.”
—Sorunun komikliğini ve saçmalığını görebiliyor musunuz? Tanrı
akıllı varlıklara seslenir ve böylece akıllı insana günlük hayatta
yapması gereken her şeyi tek tek sıralamaz. Onlara göre bu ayet,
tuvaletten çıkınca yıkanması gereken yerler oluyormuş. Demek ki
kıçların yıkanmasına gerek yok; çünkü ayette tuvaletini yapanlar için
bu söylenmiyor. Şimdi bizde akıl sahibi insanlar olarak düşünelim acaba
saça ıslak elin sürülmesinin, yüzün, ayakların ve her nedense
dirseklere kadar ellerin yıkanmasının tuvalet ihtiyacından sonra
temizlenmeyle ne alakası olabilir? 5:6 ayette bu uzuvların yıkanmasını
salatın ikamesine bağlanmasını anlamıyorlar. Oldukça açık bir şekilde
salata kalktığınızda bunları yapın deniyor. Salat zamanı değilse
elbette nereni nasıl yıkayacağına, ne zaman yıkayacağına sen karar
vereceksin ey akıl sahibi insan.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Önce şunu söyleyeyim ki, Kuran'dan fikirlerini beyan eden insanlarla dalga geçmek, küçümsemek, onları alaya almak ayıptır. Bunu eğer salatın şekilsel olmadığını söyleyenler yaparsa o da ayıptır. Zaten vahye aykırıdır. Allah "kiminiz kiminizi alaya almasın, kötü lakaplarla anmasın, olur ki alaya alınanlar kendilerinden daha hayırlıdır" diyor. Ve bu ayetin sonun da da, bu hareketin kişiyi imandan sonra küfre döndüreceğini anlatıyor.
Yanlış yanlıştır. Yanlışı kim yaparsa yapsın yanlıştır. Alıntılanan yazıda arkadaşın yaptığı da böyle bir yanlıştır. Hiç kimse onun düşündüğü gibi düşünmek zorunda değil. Aynı bizim düşündüğümüz gibi düşünmek zorunda olmadıkları gibi.
Bir defa, bir yazıda kişi tartışmadaki karşıt gruba hakaret ediyor, onları aşağılıyorsa bu bir "sancı" nın ifadesidir.
Neyin sancısı ?
"Kardeşim bak işte, şu şu ayetler, namazımızın şurasını şurasını açıklıyor" diyememenin sancısı.
Bu sancı ne ile gideriliyor ?
Bazı arkadaşlarımızın salatın şekilsel bir ritüel olmadığını beyan ederken düştükleri yanılgılara sataşmakla gideriliyor. Halbu ki, ben bunu gözetmiyorum. Yani, salat şekilsel bir ritüel değildir diyenlerin verdikleri izahlar yeterli olmayabilir. Aynı, Mescid-i Haram ve bağlı kavramları izahlarındaki yetersizlikleri gibi. Fakat, bu benim için bir sevinç vesilesi olamıyor.
Neden ?
Çünkü, dinini yalnız Kuran'a dayandırma çabasında olan arkadaşların da bu vesile ile kendilerine sorulan sorulara yanıt verememe konusundaki acziyetleri açığa çıkıyor.
Ben, salatın kesinlikle şekilsel bir ibadet olmadığının anlaşılması yahut birilerinin buna kanması ile sevinecek bir kimse değilim ki. Ben, doğru olanı arıyorum. Fakat,bu arayış sırasında "eski" düşündüğüm şeylerin tutarsızlıkları ile karşı karşıya kaldım. Daha önceden benim gibi düşünen arkadaşlara izah sordum / soruyoruz. Benim için sorun olan kısım, onların bu izahlarında yetersiz kalıp "niyet okuma" ve "tevatür" gibi bir delile yapışma zorunluluğunda kalmaları oldu.
Şimdi bu arkadaşın yazısından ve bu sitede başka yerlerde başka arkadaşların yazılarından, Kuran meallerinde salat yazan her yere "namaz" kelimesini koymanın yanlış olduğunu çünkü salatın başka başka manalara geldiğini öğrenmiş olduk.
İyi de, be güzel kardeşlerim, düne kadar niye bunu dillendirmiyordunuz ?
Demekki bak bu işten bir fayda hasıl olmuş ta siz, "salat" yazan her yere "namaz" kelimesinin karşılık gelmemesi gerektiğini öğrenmişsiniz.
Artık sırf bu sebeple bile olsa, size düşen hakaret yahut alay etmek değil, bir doğrunun farkına varmanız sebebi ile teşekkür etmektir.
Demekki, salat kelimesinin yanlış olarak anlamlandırıldığı tek yer, eskiden "salavat" olarak okuduğumuz yer değilmiş... Başka yerlerde de yanlış anlamlandırmalar varmış. Bak ne güzel. Artık tüm gücünüzle tüm meallerde yazılı bulunan ve yanlış olarak tercüme edilen "salat" kelimelerinin düzeltilmesi için gayret gösterin. Özellikle, bu yazının alıntılandığı internet sitesi bu işe soyunsun. Zira, gördüğüm kadarı ile onlar Edip Yüksel'e yakın bir çizgi izliyorlar. Artık Edip beyi bu hususta uyarırlar da, O, "Mesaj" da bu yanlışlıkları biran önce giderir. Ya değilse maazallah milletin sapıtmasına sebep olur, sıkıntı olur. Ne bileyim, belki "Şizofrenik Tavırlar (!)" a sebep falan olur.
Bu arkadaşların Tevrat'tan kendilerine delil beğenmelerini ise dehşetle karşılıyorum. İçerisinde özetle; " Lut peygamber öz kızları ile birlikte olmuştur" , "Harun kavmi için bir buzağı heykeli yapmıştır" yazan bir kitabın değil bir cümlesi hiç bir harfi bile benim için delil teşkil etmez.
Çünkü zandan ibarettir. Neresinin değiştirildiği, neresinin değiştirilmediği belli değildir. Öte yandan okuduğum kadarı ile, şekilsel ritüel anlamında Tevrat'ın diğer bahislerine değinilmemiş olması da ayıptır. Ne o ? Siz, kitabın bir kısmını okuyorsunuz da diğer bir kısmını arkaya mı atıyorsunuz ?
Tartışma içerisinde sizi haklı kılabilecek bile olsa böyle delillere yapışmayın. Aynı, Mescid-i Haram ve bağlı kavramları açıklamaya çalışan bazı arkadaşlarımızın yaptığı gibi. Onlardan bir kısmı, Beytullah'ın İsrailde olduğunu, Bekke'yi izah ederken de orada Bakka diye bir vadi olduğunu delil getirmeleri gibi saçmalamaktan başka bir şey değildir.
Çünkü tutarsızlıktır. Tartışmanın hangi tarafı yaparsa yapsın tutarsızlıktır.
Bu şuna benzer; Hadisi bir delil kabul edenler, "Peygamber size ne verdiyse alın neyi yasakladıysa da kaçının" ayetini delil olarak kullanırlar. Bunun esasen buna delalet etmediğini bile bile bunu yaparlar.
Yine, Kuran'ın yeterliliğini savunma gayretinde olanlar da "Kitap'ta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" ayetini deili getirirler. Halbuki buradaki kitap Kuran değildir.
İki yöntem de yanlıştır. Sırf haklı çıkmak gayesi ile öne sürülen ve bilerek söylenen yalanlardır.
Salat tartışması dahil bilimum tartışmalarımız böyle bir ahlak ve terbiye üzerine kurulmalıdır.
Hele yazının girişinde birilerine atfen söylenen "cevap vermeye değer bile görmeme" tanımlamasını misli ile iade ediyorum.
Yukarıda ileri sürülen iddiaların çoğu şahsım tarafından dile getirilmemiştir. Onların çoğu, salat tartışmalarında bir süreç içerisinde ortaya sürülmüş şeylerdir ve çoğu yazıyı kaleme alanın da cevapladığı gibi tutarsızdır. Abdestin uyuşukluğu giderme olarak tanımlanması ve aynı ayetin devamındaki şeylerin buna bağlanmasında olduğu gibi.
Şimdi şu cümleyi inceleyelim;
"— Gelenekçi anlayıştan gelindiği için yine onlarla aynı hataya
düşülüyor. Kur’an’da asıl itibariyle istenmeyen, insanların serbest
uygulamalarına bırakılan hususlar ile ilgili ayrıntılar isteniyor
nedense. Ve bu da Kur’an’ın eksik olmadığı mantıksızlığına sığınarak
yapılıyor. Kur’an dışında yığınlarla uygulama uyduruluyor ve sonra
madem eksik değil kuran, neden bunlar yok deniyor. Veya Tanrı’nın her
uygulanmasını istediği ibadete ilişkin her detay beklenmektedir.
Tanrı’nın serbest bırakması göz ardı edilerek."
Çok güzel... Şu halde, bu arkadaşlar salatta "serbest" bırakıldıkları yani Kuran tarafından hükme bağlanmamış alanlarda hangi yolu izliyorlar ?
Bu anlayışa göre; tekbirsiz namaza başlanabilir, kıble zorunluluğu yoktur, salatta kıyam, rüku, secde dilenen sıra ile ve hatta karma bir şekilde uygulanabilir, salatın dilediğiniz yerinde dilediğinizi okuyabilirsiniz, dilediğiniz vakti dilediğiniz rekat sayısında icra edebilirsiniz, secdelerinizi 1,2,3,4,5,6 vs. dilediğiniz sayıda yapabileceğiniz gibi rüku için de aynı şeyi söyleyebilirsiniz, tahhiyatı kökten iptal edebilirsiniz. Çümkü bunların hiç birinde Kuran hüküm belirtmemiştir. Bu önceden benim de düşündüğüm şey idi.
Şimdi bu arkadaşlardan vicdan sahibi olanlara soruyorum: Siz gerçekten böyle mi yapıyorsunuz, yoksa başkalarına "böyle yapmak mümkün" derken kendiniz "Ehli Sünnet vel cemaat" yaklaşımındakine "yakın" bir uygulama mı izliyorsunuz ?
Yoksa içinizde taaa derinlerde yakanızı asla bırakmayan bir korku mu yaşıyorsunuz ?
Bu sözün sahipleri benim ne demek istediğimi çok iyi anlamışlardır.
Bir başka söz;
"
Bu ayete göre peygamber her gün, günün ilk ışıklarıyla nutuk atmaya
başlıyor ve inananlar günün ilk ışıklarında kalkıp nutuk’u dinlemeye
gidiyorlar; bununla kalmıyor birde akşam saatlerinde nutuk atılıyor
tabi."
Terbiyeli olduğunu farz ederek cevap vereyim.
Siz, belirtilen vakitlerde Allah'a karşı O'nun ayetlerini O'na geri okumanızın Peygamber'in müminlere Kuran'ı öğretmesinden veya hutbe vermesinden daha faydalı olduğuna nasıl hükmettiniz de utanmadan alaya alıyorsunuz ?
Bu şöyle düşünülebilir. Allah, insanları çalışma vakti olan gündüz çalışmalarından alıkoymak istememiş olabilir. Bir mazeret ileri sürmesinler diye, çalışma vaktinin iki ucunu, geceye yakın saatlerini buna uygun görmüş olabilir. Tabi bu dahi bir iddiadan başka bir şey değil. Düşünülecek, tartışılacak. Amma, bunu anlamsız görmek, iddia sahiplerini kendi deyimleri ile cidden "komik (!)" bir duruma düşürür.
Salatın aleviler yönünden sorgulanması meselesinde ben yazı sahibine katılıyorum. Bu, zanna dayalı bir delil olur ve ciddiyet taşımaz.
Denilmiş ki;
"—Bu vatandaşlar aynı şekilde secdeyi ve rükûu anlamlandırmaya
çalışıyorlar. Secde’nin anlamlarından birinin “yere doğru eğilmek”,
rükûu’nun anlamlarından birinin “eğilmek” olduğunu yazılarına
aktardıkları halde her nedense secde ve rükuu kelimeleri her anlama
gelmelerine rağmen hiçbir şekilde şekilsel olarak bu anlamlara
gelmemektedir bunlara göre. Ne “secde” ne de “rükuu” kelimelerinin tek bir anlamı olduğunu
kimse söylememesine rağmen, sanki bu kelimelerin şekilsellik ifade eden
tek anlamları olduğunu kendi kafalarınca öne sürüp keyfi olarak
ayetlerde geçen secde kelimesinin yerlerine şekilsellik anlamını
yerleştirerek kendilerini doğrulatmaya çalışıyorlar."
Aynı soruyu ben bu arkadaşa soruyorum. Madem, rüku ve secde başka anlamlara geliyor du da, siz neden meallerde hep şekilsel olarak anlamamızı salık verdiniz ? Mesela, Edip bey mealinde bu hususu hiç gözetti mi ? Hayır ! Bak, yeni bir şey daha öğrenmiş / farketmiş oldunuz. Kimbilir, belki de sizin ifratınız, tefrite neden olmuştur.
Denilmiş ki;
"Deniyor ki: “17. Surede ağlayarak çeneleri üstüne secde ederler
Örneğin bazı kültlerde saygı göstermek için göbek üstü secde edilir.
Kuran'da geçen secdeye yorumlanacak ayet ise mezhepçileri üzecek
türden. Bu ayete göre alın bölgesi değil, çenenin üstüne "düşmek"
gerekir.
—Çeneleri üzerine yere kapanmaktan başın öne eğilmesini anlıyorlar
anlayacağınız. Çenenin üzerine yere kapanmanın bildiğimiz secde
olduğunu kabule yanaşmıyorlar, onun yerine komik ve saçma olan ve
üstelik çene üzerine değil çene altına doğru yapılan komik uygulamayı
kabul edebiliyorlar. Zira şekilsel olarak yapılan secde zaten çeneler
üzerine yere kapanmadır."
Arkadaş beni bir zahmetten kurtarıp kendi yaptığı şeyi kendisi nitelendirmiş. (Bu cevabım, edebi gözetmemesi nedeni ile sadece onun şahsına yöneliktir) Cevaba gerek kalmadı.
Denilmiş ki;
"
—Şimdi anlıyoruz ki peygamber deliler gibi, gece kalkıp ne zaman
kalktığı da belli değil, topluyor birilerini ve başlıyor nutuk atmaya.
Bunu yazan vatandaşlar kuran’ın ayetlerinin tekrar tekrar okunmasının
da anlamsızlığını düşünüyorlar böylece. Ayette “ey peygamber” ifadesi
olmamasına rağmen çevirenin oraya parantez içi eklemesini zevkle
alabiliyorlar."
Ben bu cümleleri arkadaşımızın bir anlık öfkesine yahut cehaletine veriyorum. Öte yandan ayetlerde yazmayan şeyleri parantezlerle ifade etmeyi bize kim öğretmiş bir düşünsünler bakalım ! Özellikle Bakara suresindeki "kıble" konulu ayetler bakımından iyice / uzun uzun bir düşünsünler.
Denilmiş ki;
"
Deniyor ki: “Namazını bağırarak kılan var mıdır? Niye böyle bir uyarı gereği duyulmuştur?
—Yukarıda da söz ettiğimiz gibi bu anlayış oldukça gariptir. Bizde
sorumuzu soralım o halde: söylevini yaparken büyük topluluklara
bağırarak hitap etmekten başka seçeneği olan var mıdır? Ya da çok kısık
bir sesle nutuk atanı hiç gördünüz mü? Neden böyle bir uyarı gereği
duyulmuştur? Gördüğünüz gibi hem mantık hem yorum alabildiğine
saçmadır. Sesin çok yükseltilmemesi, çokta kısılmaması ikisi arasında
bir yol tutulması normal konuşma tonunu anlatır ki nutuk için bu
yeterli değildir."
Ben bu satırları yazan arkadaşın ilgili ayetleri nasıl tefsir ettiğini ve bunu kendi namazında nasıl uyguladığını çok merak ediyorum.
Daha önce söylediğim gibi, "sancı" burada tam bastırmış durumda.
Diğer hususların çoğunda özellikle, salatın tek anlama gelme zorunluluğu bulunmadığı hususunda hak veriyorum. Fakat, bu haklılığa binaen nerelerde düzeltme yapacaklar ise bir an önce yapmalarını temenni ediyorum.
Yani, kendisinin de eleştiri amacıyla tutunduğu bazı ayetlerde gerçekten "anlaşma / bağlılık" anlamına geldiği gibi. Mesela bu arkadaş bana, vasiyet edecek kişinin seyahat halinde iken bizden olmayan kişilerin namazdan sonra nasıl alıkonulacağını bir izah edecek.
Ama kendileri daha önce bu ayetteki "namaz" kelimesine hiç karşı çıkmıyordu. İşte şimdi sayemizde bir şey öğrenmiş / fark etmiş oldu. Artık gereğini yapar. Bunun gibi bir çok ayet ve "namaz" çevirisi var tabi...
Son olarak şunu söyleyeyim ki, her ne kadar bu tartışmalar her iki taraf için gerçekten can sıkıcı ve bunaltıcı olsa da, sabır ve metanetle devam edelim. Böyle yapalım ki, doğruya erişelim.
Bu, tartışmada haklı çıkma, bir diğerini alt etme çabası değildir. Bu, Kuran'ı anlama çabasıdır. Onun için kendi kendimizi çelişkiye sokacak delilleri ileri sürmeyelim. Bu, her iki taraf için de geçerlidir.
Bu arada, salatın şekilsel olup olmadığını sorgulayan kimseler, 1000 - 1200 yıllık bir mirasın üzerinde oturmuyorlar. Getirdikleri tanımların tutarsızlığı elbetteki bundan kaynaklanıyor. Ve elbette çoğu muhtemelen Arap diline tam hakim de değil. Ama merak etmeyin, şu sitede ele alınan pek çok konuda olduğu gibi elbette bu hususları da tam bir yetkinlikle ele alıp tartışan insanların çıkışı yakındır.
Çünkü sorun, ayetlerin apaçık bir biçimde, bildiğimiz namazı tarif etmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Ayetlerin gerçekte neyi anlatmakta olduğu elbette yetkin kişilerce de tartışılacak, pek çok fikirler ileri sürülecektir.
Yazıyı yazan kardeşime bu vesile ile bizlere bir zihin egzersizi yapma fırsatı sunduğu ve bir kısım yanlışlarımızı açığa çıkardığı için teşekkür ederim.
Muhabbetlerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Öncelikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. İnşallah fikir alış verişlerimiz devam edecek . Şuan takip etmek istiyorum ve yazılanları tümüyle bir incelemek istiyorum. Aslına bakarsanız beni tanıyanlar beni hep modernist olarak gördüler (aslında kelimeyi ve geldiği kültürü hiç desevmeme rağmen) Ancak namaz konusundaki bu farklı yaklaşımları zihnimde tam olarak çözemedim. Gelenek zırhının ne kadar kalın olduğunu bilmeyenimiz yoktur.
Ben bir öğretmen olmam hasebiyle de konu benim için çok daha fazla bir önem kazanıyor. Bir din. kült öğretmeni olarak...
Şu bir gerçek ki, ben dinimi ilahiyat'ı bitirdikten sonra öğrenmeye başladım. Okumayı ve araştırmayı oldukça svmeme rağmen daha alacağımız yol, öğreneceğimiz çok bilgi (ki ,bunun sınırı zaten yok), farkına varacağımız çok hakikat var.
Muhlis kardeş selamınızı ve iyi dileklerinizi aldım teşekkür ederim.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma