HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Alıntılar, Makaleler
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Alıntılar, Makaleler
Konu Konu: MİLLİYETÇİLİK DİNİ Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
bilgi.ve.hikmet
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 19 ocak 2007
Gönderilenler: 143
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı bilgi.ve.hikmet

Selam

o konu başka bu konu başka kardeşim. O put haline getirmek. Bu tecrübelerden isifade etmek. herşey yerli yerinde. Lukman konusunu iyi araştırmanızı öneririm. Çünkü özellikle o örneği verdim ki akledesiniz.

Selametle



__________________
"Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz olup bitenlerden habersiz değildik." A'raf-7
Yukarı dön Göster bilgi.ve.hikmet's Profil Diğer Mesajlarını Ara: bilgi.ve.hikmet
 
Guests
Guest Group
Guest Group


Katılma Tarihi: 01 ekim 2003
Gönderilenler: -259
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı Guests

Selam

Değerli kardeşim sorun da oradan çıkıyor zaten şöyle ki:

Kuran'ın dışına çıkılınca bir kez her kesimin "Tecrübelerinden istifade edeceği" atalar da değişiklik arzediyor.

Sizin maruf atanız örn. Ahmet olunca ötekinin de Ebu Hanife,Mevlana,12 imam,Şafi,Hanbeli ,Cengiz,Osmanlı uluları,Nakşi şeyhleri oluveriyor.

Bu sefer bunların yanında  Kuran'ın Atalarınız dediği Resullerin esamesi bile okunmuyor.Ebu Bekir, Ömer,Ali vd'leri bu çevrelerce Kuran'da ki Resullerden daha çok itibar görürler.

Bu kesimler Ali ve Ömer'i çokça anarken Şuayb'ın,Lut'un,Salih'in örnekliğini konu bile edinmezler.

Siz merak etmeyin ben sadece Lukman'ı değil Kuran'da ki Atalarımın tamamını araştırıyorum.Onların dışındakilerle benim işim olmaz.

Selametle.

 

 

Yukarı dön Göster Guests's Profil Diğer Mesajlarını Ara: Guests
 
bilgi.ve.hikmet
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 19 ocak 2007
Gönderilenler: 143
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı bilgi.ve.hikmet

sultan Yazdı:

Selam

Değerli kardeşim sorun da oradan çıkıyor zaten şöyle ki:

Kuran'ın dışına çıkılınca bir kez her kesimin "Tecrübelerinden istifade edeceği" atalar da değişiklik arzediyor.

Sizin maruf atanız örn. Ahmet olunca ötekinin de Ebu Hanife,Mevlana,12 imam,Şafi,Hanbeli ,Cengiz,Osmanlı uluları,Nakşi şeyhleri oluveriyor.

Bu sefer bunların yanında  Kuran'ın Atalarınız dediği Resullerin esamesi bile okunmuyor.Ebu Bekir, Ömer,Ali vd'leri bu çevrelerce Kuran'da ki Resullerden daha çok itibar görürler.

Bu kesimler Ali ve Ömer'i çokça anarken Şuayb'ın,Lut'un,Salih'in örnekliğini konu bile edinmezler.

Siz merak etmeyin ben sadece Lukman'ı değil Kuran'da ki Atalarımın tamamını araştırıyorum.Onların dışındakilerle benim işim olmaz.

Selametle.

 

 

Selam Sultan, Tarihten gelen Maruf Tecrübeleri, Dedelerden gelen yaşam tecrübeleri Dini kavram değildir. Sadece Dine karşıtlığı noktasında reddedilir. Ebu Hanife,Mevlana,12 imam,Şafi,Hanbeli ve vesaire ise Dini putlardır. O hale getirilmişlerdir. Bu konuyla ilgili daha detaylı açıklamaları dilerseniz DİN NEDİR NE DEĞİLDİR başlığında okuyabilirsiniz. http://www.hanifdostlar.com/forum_posts.asp?TID=2752&PN= 1

Selam



__________________
"Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz olup bitenlerden habersiz değildik." A'raf-7
Yukarı dön Göster bilgi.ve.hikmet's Profil Diğer Mesajlarını Ara: bilgi.ve.hikmet
 
Guests
Guest Group
Guest Group


Katılma Tarihi: 01 ekim 2003
Gönderilenler: -259
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı Guests



Vatansever Yazdı:

te "Din" Budur. "Din" Hayatı Programlamaz. Sadece Hayatı Anlatır. Aydınlatır. "Sen" Programlarsın. "Sen" Anlarsın.. "Sen" Arınır sakınır ya da .. Sapkınlığı seçersin. "Din" e muhatap olman için -önce- sakınmalı ve arınmaya aday olmalısın.

Selam,

Kasdettiğiniz sanırım alıntıladığım yazı.Daha önce de "Kuran da olmayanlar"başlığı altında bir yazı alıntılanmıştı bir kaç arkadaş tarafından.

Din hayatı programlar,Oruç,Zekat,Sadaka,İnfak,Salat'ı İkame,
Hac,Evlilik,Kadın erkek ilişkisi kısaca Kuran(Tıbyanen Li Kulli Şey'in-HER ŞEYİ BEYAN EDEN) bir kılavuzdur.Yeni doğan bir çocuğun annesi tarafından kaç ay emzirileceğini Kuran kayıt altına alır,programlar.Ebeveyn buna uyarsa hem Allah'ın tanımına göre davranmış olur hem de çocuğun yapısını sağlıklı kılar.Aksini yaparsa (mazeretsiz)Münker bir davranış sergilemiş olur.

Program açıklanmış Maruf ve Münker de beyan edilmiştir.Maruf olan Ramazanda oruç tutmak, Münker olansa Muharremde de Oruç ilan etmektir.(Misalen)

O halde bize bırakılan alan nedir? diye sorulacak olursa: Tercihimizi Maruf'tan yana kullanıp gayretimizi ve hevesimizi bu kulvarda arttırmaya çaba sarf etmemizdir.

Saygılar sunarım.







Yukarı dön Göster Guests's Profil Diğer Mesajlarını Ara: Guests
 
bilgi.ve.hikmet
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 19 ocak 2007
Gönderilenler: 143
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı bilgi.ve.hikmet

Bırakın Mü'min bir Atayı.. Dedeyi.. Başka Atalardan da alınacak çok şey var.

 

Papa Eftim’in Türk ocağı
Din sapmış.. Onur Kalmış.. bir Adam gibi Adam..


Türk Hıristiyanlarının lideri Papa Eftim yalnız bir din adamı veya Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin kurucusu değil, Kuvayı Milliyecidir. İl il, köy köy gezerek Hıristiyan Türkleri Kuvayı Milliye’ye katılmaya çağırır. Rum çetelerini ikna etmek için propagandacı olarak çalışır. Fener’deki Patrikhane Kuvayı Milliyeciler için “canavar suratlı zalim kemalistler” derken Papa Eftim Ankara’da Mustafa Kemal’le birlikte Meclis’i açmaktadır. Atatürk bu Hıristiyan ama Türk Kuvayı Milliyeci’den bir konuşma yapmasını rica eder.

Papa Eftim’in Meclis’in balkonundan halka seslenişi şu sözlerle biter: “İstanbul’un Patrikhanesi’ni, Fener’in mumunu pek yakında söndüreceğim. Yaşasın muzaffer Türk ordusu ve Türk milleti!”

Kendisini Türk dostu olarak tanıtan basın organlarına ise çok kızar ve “Ben Türk dostu değilim, Türk oğlu Türküm” der.

Fener Rum Patrikhanesi fesat ocağıdır, Papa Eftim’in Patrikhanesi ise Türk Ocağı. Atatürk’ün amacı Rum Patrikhanesi’ni ülkeden tamamen çıkartmaktır ama başaramaz. Bunun üzerine onu dayanaksız ve desteksiz bırakarak Papa Eftim’in yanında yer alır. Fener’in mumunu söndürmek Atatürk’ün ve Papa Eftim’in ortak düşü ve çabasıdır. Ama şimdi olduğu gibi Kurtuluş savaşı yıllarında da Sadrazam Rumların yanındadır ve onların isteği üzerine Papa Eftim’i tutuklama kararı çıkartır. Halk bu Hıristiyan Kuvayı Milliyeci’yi teslim etmez, bağrına basar.

Türkiye kadar kendi milletine sahip çıkmayıp da düşmanlarına hoşgörü gösteren bir devlet az bulunur hatta hiç bulunmaz. Bugüne kadar Türkiye Türklerindir diyerek Türk milletini savunmuş tek lider Atatürk’tür. Çünkü yalnız onun döneminde iktidar batıya değil Türk milletine dayanmıştır. Tanzimat’ta ve Meşrutiyet’te Osmanlı batılı sefaretlerin oyuncağıydı. Bu yüzden batının piyonu olarak kullanılan her azınlık desteklendi ama bir tek Türkler ezildi. Meşrutiyet meclislerinde ulus olarak temsil edilmeyen tek millet Türk milletiydi. Atatürk bunu tersine çevirdi. Rum’un fesat ocağına karşı Papa Eftim’in Türk Ocağını destekleyebilmesi bunun sonucudur. Bu yüzden de Atatürk döneminde patrikhane ekümenikliği ağzına bile alamazdı. Dahası Rum kiliselerinin cemaati bile Papa Eftim’e katılmaya başlamıştı.

Atatürk’ün yolundan sapan Rum Papaz’ın yoluna girer

Atatürk’ün yolundan sapan bir Türkiye’nin Patrikhane konusundaki tutumunun değişmesi de doğaldır. İsmet Paşa Atatürkçülüğü yıkıp Tanzimat’a dönünce daha 1940’da Amerikan ajanı bir Rum olan Athenagoras Türkiye’ye gelebilmiş, devlet erkanıyla karşılanıp Patrikhane’nin başına oturtulabilmiştir. Yeni Patrik’in İnönü ile beraber yaptığı ilk iş Türk Ortodoks Patrikhanesi’ni kendini feshetmeye zorlamaktır. Rum rahatlar rahatlamaz yine Türk’e saldırmaktan başka bir şey yapmamıştır.

Athenagoras’ın işleri karıştırması esas Menderes döneminde gerçekleşir. Athenagoras bizzat kendi ağzından Mustafa Kemal’in politikasını kötüleyerek Menderes’i över. Menderes, Athenagoras’ın ayağına kadar gidip elini öpen ilk başbakandır.

Hem ABD hem de Türk hükümetinin desteklediği Rum Papazı doğal olarak Türk Ortodoks Patrikhanesi üzerinde üstünlük kurar. Demirel’e gelindiğinde artık Türk Patrikhanesi yok sayılmaktadır. Sırf Rum Papazı istedi diye Türk Patriği devlet protokollerine alınmamaktadır. Fethullah’ın dergisine söylediğine göre Özal ve Tayyip Bartolomeos’un en sevdiği başbakanlardır. Çünkü onlar tarafından desteklenmiştir.



__________________
"Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz olup bitenlerden habersiz değildik." A'raf-7
Yukarı dön Göster bilgi.ve.hikmet's Profil Diğer Mesajlarını Ara: bilgi.ve.hikmet
 
Guests
Guest Group
Guest Group


Katılma Tarihi: 01 ekim 2003
Gönderilenler: -259
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı Guests

Selam,


Konuyu şöyle toparlayalım:

Bir Mu'min kendi özelinde guslederken ağzına ve burnuna su alabilir.Ancak "herkes benim gibi yapmalı"derse,ona da yücelerden bir ses"Dur bakalım"deyiverir.

Bizleri Cennete götürecek izleri bırakan İlahi Atalar Zinciri tek tek Kitapta kayıt altına alınmıştır.Bunların dışında birilerine olan ilginizi herkese dayatamazsınız.Kimseye"siz de benim örnek aldıklarımı örnek alın da"diyemezsiniz.Hesabını Rabbinize vereceğinize inandığınız her türlü "ilgi ve alaka"sizi bağlar.

Bir de şunu söyleyeyim:Hiç kimse"Ey Hanif Dostlar,Ey Bilgi ve Hikmet!Bu ülkeyi nasıl yönetelim,sizlerin görüşleri nedir?"Diye sormaz sormuyorlar da.Eğer dilerse bize bu sorumluluğu verecek olan Allah'tır Allah.O verirse de onun önüne geçecek bir güç yoktur.

Vesselam.


Yukarı dön Göster Guests's Profil Diğer Mesajlarını Ara: Guests
 
adalet
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 02 ekim 2006
Gönderilenler: 1195
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı adalet

               
Tüm dünyaya dayatılan İngilizce hegemonyası, tek tip giyinme ve yaşama kültürü, tek tip mimari, tek tip düşünce, tek tip ekonomi... gibi Anglo-Sakson milliyetçiliğinin doğasına uygun bir tebalaşma sürecinin derinleşerek nüfuz etmesi söz konusu.

Yani Türk, Arap, Fars, Rus, Hintli, Alman, Fransız... kimliğini çözüp bir kenara koyarken, herkesi Batılı beyaz Protestan insan tipine dönüştüren bu rafine milliyetçiliğin tasallutuna açık bir alan yaratılıyor. Bu manada, Anglofil yaşam tarzını benimsemek kaydıyla, daha alt kimlikler edinmenin özgürlüğü, demokrasisi, piyasası ardına kadar açılıyor. Kürt, Ermeni, Beluc, Süryani, Makedon, Çerkez, Katalan, Berberi, Şii, Sünni vb. olmak ancak ve sadece bu kimliklerin iç içe yaşadığı ulusal bütünlüklerin kimlikleriyle çatıştığı oranda teşvik görüyor. Eğer çatışmaya sokulamazsa, yani kullanım değeri yoksa, bu kimlikler için demokrasi ve insan hakları da olmuyor! Durum en tepede bütün dünyada yürütülen rafine ve büyük milliyetçilik biçiminin küçük milliyetçilikleri yediği Darwinist bir arenaya benziyor. Yani "Büyük hırsız küçük hırsızın elini kesiyor".

Soğuk savaş dönemi milliyetçilik literatürü; vatan, millet, din, bayrak, ezan = Rusya/komünizm düşmanlığı idi. Şimdi yükselen büyük milliyetçiliğin literatürü ise; insan hakları, demokrasi, piyasa ekonomisi, özgürlük = küreselci tek dünyacılık... Eski literatürün kavramları nasıl ki tek başına alındığında masum, doğru ve haklı içerikler taşıyor ama bir bütün olarak dünya düzeni içinde başka bir manaya geliyorduysa, bugün de kendi başına doğru ve haklı olabilecek kavramlar, küreselci dizayn içinde bambaşka bir manaya dönüşüyorlar. Tıpkı 1984'teki Orwelyen dünya gibi, savaş deyince barış, mutluluk deyince acı, aşk deyince nefret kastediliyor. İşte önümüzde, demokrasi götürülen! ve kadınlardan çocuklara kadar haklar bahşedilip özgürleştirileceği iddia edilen Irak ve Afganistan. Bunları anlamak için başımıza bombaların yağmasına gerek yok. Bu koşullarda milliyetçiliği tartışmak için, çok özenli ayrımlar ve itinalı ölçüler kullanmak gerekiyor. En önemlisi, milliyetçilik eleştirisi ile milliyetçilik şahsında yürütülen aidiyet, ortak kimlik ve milli değerler ve hassasiyetlerin sabote edilişini ayırmak gerekir. Eleştiriyi, vatanseverliğin nasyonalizme galebe çalması için yürütmemiz elzemdir. Ama milliyetçiliğe vurma bahaneli değer tahribatı karşısında dikkatli olmalıyız.

Milliyetçilik türleri bize neyi anlatıyor?

Öncelikle, ülkemizde egemen olan Türk milliyetçiliğinin iki türü arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Birincisi, Kemalist programın yaratmaya çalıştığı Fransız tipi ulusal kimliğin, 1980'lerden sonra yükselen burjuvazi tarafından İngiliz tarzı Beyaz Türk milliyetçiliğine dönüşmüş biçimi ile karşı karşıyayız. Bürokratik resmî milliyetçilik söyleminden, sermayedar seçkinlerin (Akbudun'un) Beyaz Türkçü söylemine geçişte "Türk" kavramının yaşadığı popüler anlam değişimini Amerikanvari "üst kimlik" tartışmalarında gözlemlemiştik. Eski solcu yeni liberal aydınların dilinde ete kemiğe bürünen bu "Türk" kavramının rafine bir el çabukluğuyla Kürt'ten ayrıştırılıp üst kimliğe yerleştirilirken içeriksizleştirilmesi söz konusu olmuştu. Bu "Türk", sokaktaki vatandaş olmayıp, ondan bağımsız ve hatta yer yer onu da dışlayan renksiz bir soyutlamadan ibarettir. Örneğin dini, inançları, töreleri, başörtüsü, kavuğu, sarığı, şalvarı, lahmacunu, şalgamı, ayranı olmayan bir Amerikalı tiptir. Bu "Türk"ün büyük bir lütufla Kürt'le bir arada yaşaması söylemine dayalı sahte gündem ise, ayrıştırma işleminin başarıyla sonuçlandırılacağı menzili işaret etmekteydi. Zaten iç içe geçmiş bir toplumu önce ayrıştırıp her birine birer farklı isim takıp, sonra da kardeş ilan etmenin şeytanî tuzağı, söylemin büyüsüne kapılan birçok insanı içine aldı.

Beyaz Türk milliyetçiliği, kendisine rakip olarak en fazla içinden doğduğu Kemalist ulusçu milliyetçiliği seçmişti. Bu milliyetçiliğin ulusal kimliğe ve ulus devlete biata dayalı karakterini sadece totalitarizm bağlamında eleştiren liberal söylem, sorun millet çoğunluğunun Müslüman (Sünni-Türk) karakteri söz konusu olduğunda hemen ittifak yapıyor ve milleti terbiye edici o bildik yukardan bakış, o parmak sallamalar, o suçüstü yakalayıcı polis şefi edası konusunda ulusçu bürokratik seçkinlerden ön alıyordu. Beyaz Türk milliyetçiliği, sorun milleti beyazlaştırmak olunca Kemalizm'le arasına koyduğu mesafeyi kaldırıp, Cumhuriyet'i Batılılaşma projesi olarak kodlayan o egemen ideolojinin safında yerini alabiliyor. Demek ki, üst kimlik denilen şey, aslında üsttekilerin kimliğinin tüm topluma dayatılma çabasından başka bir şey değil.

Diğer milliyetçilik türü ise, alttakilerin, Karabudun'un Türk milliyetçiliğidir. Soğuk savaş döneminde kullanım değeri olan bu milliyetçilik türü, Kürt meselesi karşısında kendini zaman zaman ırkçı tepkiselliğe itse de, özünde bölünmeme, ayrılmama, yek vücut olma, dış manipülasyonlara kapılmama hassasiyetlerinin "Türk" kavramı etrafında sağlanması, daha doğrusu ancak ve sadece bu kavramla birliğin mümkün olduğu kesin inancını ifade ediyor. Ne var ki, sınıfsal olarak alt-orta sınıflara dayalı bu akımın teorik ve kültürel yetersizliği, onun kriminal bir korku nesnesi halinde sunulmasına yol açıyor. 1970'li yılların nispeten fikir temelli milliyetçilik "hareketinin" 2000'li yılların yarı mafyöz ve lümpen unsurların maskesi olarak kullanılan milliyetçilik "refleksine" indirgenmesi, milliyetçi akımların önderlerinin de şikâyet ettiği bir durum. Gerçi, bu milliyetçiliğin bir suç kaynağı olarak sunumunda, eski solcu aydınların yarım kalmış hesaplaşmalarının payı var. Ama asıl neden, tıpkı 90'larda İslamcılığa yapıldığı gibi, bu aşağıdan gelen ideolojileşmiş millet sosyolojisine karşı Beyaz Türk milliyetçiliğinin milleti terbiye edici faşizmi, yani topyekün Batılılaştırma operasyonunun totaliter karakteridir.

Yeni moda akım: Ulusalcılar...

Milliyetçiliğin bugünlerde en popüler hale getirilen biçimi ise, "Ulusalcılık" olarak kodlanan ve derin devletle ilişkilendirilerek kriptolaştırılan bir heyuladır. Adresi, lideri, programı, içeriği belli olmayan, sadece olan biten her olayda itirazları, şerhleri ve muhalefeti ile gündem yapılan bu akımın, yükselip yükselmediğini de ancak Beyaz Türk medyasından öğrenebilmekteyiz!. Galiba "Ulusalcılar", yaşanan yeni Tanzimat sürecinin sükseli adları olan küreselleşmeye, AB'ye, çağdaşlaşmaya, demokratikleşmeye direndiği ileri sürülen statükonun kara imgesi olarak seçilmiş durumda. Ama gerçekte böyle bir akımın var olup olmadığı da meçhul. En azından eski solcu ve eski İslamcı-yeni liberal çevreler için bir "kızılağaçlar kralı" fonksiyonu görüyor. Onlar için masumiyetlerini, -yani kendilerinin olgunlaşmaya dayalı değişimlerini!- haklılaştıracak bir kötü geçmişin ve kötü düşünme biçiminin karikatürleri olarak sunulan Ulusalcıların bu rollerinin dışında sahici bir mana taşıdığını söylemek çok zor. Belki şu söylenebilir; Ulusçu milliyetçiler, 20 yıl öncesine kadar bugünkü Beyaz Türk milliyetçiliğinin teşvik edilişine benzer bir mühendislik süreciyle seçilerek teşvike mazhar olmuş çevrelerdir. Şimdiki direnişlerinde sadece milliyetçi duyguları değil, biraz da bu mazhariyet ve hegemonya kaybının kıskançlık ve öfkesi sezilmektedir.

Milliyetçilik eksenli bir tartışmada unutulmaması gereken bir diğer husus, yüzyıl önce milliyetçilikler sayesinde kaybettiklerimizdir. Batı kaynaklı azınlık yaratma ve himaye etme politikasına Tanzimat'tan beri aşinayız. Bizi birbirimize düşüren ve birçok acılara mahkûm eden bu sürecin aynısını bugün sahneleyenlere karşı yapacağımız tek şey, ortak ülkü ve aidiyetlerimizi öne çıkarmaktır. Millet olarak kimseden bir arada yaşama kültürü ya da diyalog öğrenecek değiliz. Ama bir zalim yanımız, ölçü tutturamayan, öfkesini kontrol edemeyen ve patladığı an insaf ve vicdan tanımayan bir yanımız daha olduğunu unutmayalım. Birileri buna milliyetçilik, başkaları da ayakta kalma iç güdüsü diyor. Geçmişte biz dışarıya, ecnebiye karşı bir olabiliyorduk. I. Dünya Savaşı'nda bu yetimizi kaybettik. Çünkü biz zayıflamıştık ve ecnebi güçlenerek geliyordu. Bizim bazı unsurlarımız bu zayıflık-güçlülük görüntüsüne kendini kaptırarak yanlış adımlar attı. Sonuçta, bizim kardaşımız, dindaşımız ya da yoldaşımız olan birçok topluluk yükselen yeni güçlere yaslanma yanlışıyla elinde olanı da kaybetti. Bu nedenle belki sorun yeniden güçlenerek birbirimizi sahiplenmek ve başkasına atfettiğimiz gücü geri almakla çözülecek.

Bugün artık gündemimizi Batı kaynaklı sahte kimlik tartışmaları değil, sahici kardeşlik, dayanışma ve yeniden bölgemizle bütünleşme fikriyatı meşgul etmeli. Milliyetçilik eğer bizi birbirimizden ayırıyor, husumet ve kin doğuruyor, yeniden tarihe yürüyüşümüzü sabote ediyor ve Batı'nın yükselen küreselci rafine milliyetçiliğinin arzu ettiği ayrışmalara neden oluyorsa, bir fitneden başka bir şey değildir. Eğer vatanseverlik, aidiyet ve haysiyeti temsil etme, milletin hak ve hukukunu muhafaza etme, küreselciliğe karşı bize ait bir cihanşümullüğün iç kalesi olarak kendi milli varlığımızın gelişip güçlenmesine çabalama misyonu üstlenecekse, milliyetçiliğin, Milliciliğe dönüşüp, kendine çeki düzen vermesi, milletin bir parçasına ya da kendisi gibi düşünmeyenlere dönük suçlayıcı söylemlerini terk etmesi, kentli, rasyonel ve dışa dönük bir milli duruşun sigortası olarak konuşlanması pozitif bir misyon üretecektir.

Bugün son kalan aidiyetlerimizi de hedefleyerek gelen küreselci dalgayı, yani yükseltilen Batılı beyaz adam milliyetçiliğini uygun bir çalımla absorbe edecek ve Türkiye'nin tarihî ve coğrafî büyüklüğünü yeniden sağlayacak bir hamleye ihtiyaç var. Bunun için gerekli olan milliyetçi bir diskur değil, millici bir aidiyet inşasıdır. Milliyetçi diskur, son tahlilde küreselcilik kadar bize, tarihimize ve coğrafyamıza yabancı ve yabancılaştırıcı bir sicile sahiptir. Millicilik ise, etnosa, otoriteye, yapay kimlik icatlarına değil, bütün renkleri ve alaşım halindeki bütünlüğü ile millet varlığının çoğulcu bütünlüğüne aidiyet hissetmeyi ifade eder. Bu manada millilik; milliyetçiliğin, küreselciliğin, ulusalcığın, yani bir bütün olarak Batıcılığın antitezidir.

Millici bir inşayı ise, milliyetçiliğin devletçi, her koşulda devleti kutsayıcı diskuruyla değil ya da küreselci ideolojinin, devleti küçülterek, yıkarak, azaltarak yerine şirketleri, bankaları, medyayı ikame edici diskuruyla değil, aksine devleti asli misyonuna, bizim buralardaki o tarihsel manasına, yani kerim devlete dönüştürerek yapabiliriz. Devletçi milliyetçi söylemin devlet adına çeteleşebilmeyi sağlayan veya Devlet karşıtı liberal söylemin devletin boşalttığı alanlara sermaye güçlerini, şirketleri ve alışveriş ilişkilerini ikame etmesini zorlayan karakterlerini göz önüne alırsak, gerçekten toplumsallığın ürünü, toplum denetimine açık ve içerdeki ya da dışarıdaki toplum düşmanlarına karşı örgütlenmiş bir devlete ihtiyacımız var. Bu devlet, hepimizin ortak paydası ve ortak mülküdür. Hiç kimsenin sahiplik, efendilik taslamadan, eşit ve özgür yurttaşlar olma statüsüne sahip olacağı gerçek bir Kerim devlet Cumhuriyetinin savunulması hepimizin ortak davası olabilir. Sözün özü; Mevlana'nın ifadesiyle "Bizim eve de iki ben sığmaz". O zaman kaybettiklerimizin tescili ve kaybedeceklerimizin habercisi olan bütün milliyetçilikleri ayrım yapmadan nasıl aşacağımızı, hepimizin olduğu haliyle içinde yer alacağı tabii bir varoluşu ve erdemlerimizin toplamı olan kolektif bir ben idrakini nasıl pişirerek olgunlaştıracağımızı tartışmaya başlamalıyız.

                                 (Ahmet Özcan-Zaman)



__________________
"Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
Yukarı dön Göster adalet's Profil Diğer Mesajlarını Ara: adalet
 
ebu turab
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 08 eylul 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 529
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı ebu turab

selam adalet,

bazı pürüzleri olsa da doğru tesbitlerin yapıldığı bir yazı asmışsın.

eline sağlık



__________________
"sadece iki şey sonsuzdur evren ve insan ahmaklığı..
ilkinden o kadar da emin değilim." (albert einstein)
Yukarı dön Göster ebu turab's Profil Diğer Mesajlarını Ara: ebu turab
 
ebuzer
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 18 mart 2006
Yer: Fiji
Gönderilenler: 244
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı ebuzer

Bülent Ş. Erdeğer

[email protected]

Son Güncelleme: 19 Aralık 2006

 
Ulus Kurgusundan Uyanmak İçin “Lâ” Diyebilmek…
23 Ocak 2006

Bu yazıyı E-Posta ile gönder
 Yazıcı dostu sayfa

“Müslümanın Milliyeti Akidesidir: Teori ve Açılım”

Giriş

Ulusalcı söylemlerin cazibesi günlük hayatımızı kuşatmaya devam ediyor. Ulusalcılık muhatabına başkalarından farklı bir kimlik farklı bir tarih ve şahsiyet sunuyor. Bu sunumda da muhatabının kişiliğinde bulunan zaaflara hitap ediyor. Bireyin “kendiliği”ni tanımlarken yaşadığı toprak parçası ya da ait olduğu etnik-kültürel sınıfı ölçüt alarak yeniden bir kimlik tanımlaması yapıyor. Biz ve ötekiler ayrışmasını bu ölçütlere göre tasarlıyor. Sadece kendi kazanımları, edimleri sonucu aldığı kararlar, seçtiği düşünce ya da inançlar ile şahsiyetini tanımlaması gereken, biz bilincine sahip olması gereken insanlar kendi iradeleri dışında gelişen etnisite, hemşehrilik gibi etkenlere mahkum bir kimlik tanımlamasına yönlendiriliyorlar. İnsan iradesinin yerine irade dışı faktörlerin belirleyen olduğu bu gibi bir kimliklendirme de gayri insaniliği ve kurgusallığı doğuruyor.

Bir Müslüman için inancının gereği olan İslami kimlik ölçütleri onun yaşadığı toprakları, aile ve kardeşlik bağlarını da belirleyen perspektifi vermektedir. Bu temel bakış açısı ise insani zaaflara karşı Müslümanı dengeli bir tutum içinde korumaktadır. İnsanın zaaflarının en önemlilerinden birisi kişisel çıkarını evrensel değerlerden önce gözetmesidir. Bencillik, cimrilik vb. şekillerde tezahür eden bu yaklaşım biyolojik olarak kendinden olan akrabalarının çıkarlarını da  evrensel değerlerin de ötesinde gözetmek olarak ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan Musa (as)’ın haklı mı haksız mı olduğunu önemsemeden kendi soydaşının yanında yeralması ve bir mısırlıyı öldürmesi örneği bağlamında bu zaaf Kur’an’da bize anlatılmaktadır. Yine biz bilincini inşa eden Vahiy Nuh’a oğlunun, Lut’a hanımının, Yusuf’a öz kardeşlerinin onların ailesinden olmadığı ancak Müminlerin kardeşler olduğu ortak biz bilincine sahip olabilecekleri önemle vurgulanmaktadır. Bu bağlamda Müslüman zihin için tek bir “biz” tanımlaması bulunmaktadır o da sadece Muvahhidler, Müminler, Salihlerdir…

Ulus Projeleri kimin hediyesi?

Kapitalizm, Avrupa’da ortaya çıkışıyla örgütlenmesini ulus-devlet formunda inşa etti. Kapitalizm, ürettiği ulusçuluğu, ulusçuluğun doğurduğu ulus-devleti tüm yaşam tarzı ve üretim ilişkileriyle beraber Avrupa’nın dışına tüm dünyaya da yaymayı başardı. Ulusçuluğun küreselleşmesi aidiyet bilinçlerinin de köklü biçimde değişmesine neden oldu. 

Katolik Kilisesi, tüm Arupada merkezi otoriteyi temsil ediyordu. Tüm Avrupa topraklarının 1/3’üne sahip olan ve bu ekonomik güce karşılık gelen bir siyasal güce de sahip olan kilise, ekonomik ilişkiler açısından burjuvazinin iktidar olma mücadelesinde yoluna çıkan en önemli düşmanlarından biri idi. Hristiyanlık bağıyla tüm Avrupayı bir arada tutan Kilise ekonomik ve siyasal açıdan feodal beylerin üst çatısı durumdaydı ve bu yeni ekonomik sınıf olan burjuvazi ile çatışmasını kaçınılmaz kılıyordu.

Derebeyliğini ayakta tutan bu temel birleştirici dinsel kimliğin karşısına burjuvazinin iktidar mücadelesinin temsili olan bir kimliğin inşaası gerekiyordu. Bu ihtiyaca karşılık gelen kimlik, ulusal kimlik olacaktı. Avrupa’da Kiliseye karşı verilen mücadele sonrası ortaya çıkan sanayi ile başlayan değişimin öznesi olan yeni sınıflar, burjuvazi ve işçi sınıfı eski dönemin derebeyliklerin devletlerinde temsil edilmiyordu. Temsil için başlattıkları mücadelede bu iki sınıfın eski olanla yani feodalizmle savaşının ideolojik zeminini, ulusal bilinçle yaratılacak olan demokrasi ile yönetilen bir cumhuriyet fikri oluşturuyordu.

Feodal beylikler üzerine oturan ve biz bilincini Din birliği üzerine kuran Kilise Avrupası artık Kiliseye ve feodaliteye karşı özgürleşmiş kendi topraklarını dinsel-feodaliteden kurtarmış bu anlamda da o toprakları “Vatan” olarak ilan ederek kutsallaştırmış bir ulusalcılıktan söz ediyoruz. Kilise Avrupası yerini uluslar Avrupası’na bırakırken üretilen Ulus projesi verdiği mücadelenin doğası gereği laik, toprak merkezli ve bu merkez dahilinde bulunan insanları “biz” yani “vatandaş” sayan yeni bir anlayıştı. Bir toprak parçası içinde yeralanlar ortak bir bayrak ortak bir tarih, vatan, dil, eğitim ve marş etrafında bütünleştirilerek yeniden kurgulandı. Böylece siyasal ve ekonomik değişim sosyal alandaki köklü değişimi beraberinde getirdi. Artık Paris’li bir genç kendini Roma Katolik kilisesiyle değil Fransızlıkla tanımlamaya, Hristiyan ülküleri için değil Fransa vatanı için ölmeye adayacaktı. Din merkezli hayat ulus merkezli laik hayata dönüştürülüyordu.

İşte Avrupa’nın kendi iç savaşımının sonucu olarak ortaya çıkan ulus projesi ve onun mucidi ulusçuluk. Başka bir ifadeyle bir sakatlık olan Feodalite-Kraliyet-Kilise otoritesine karşı ayaklanan yeni sınıfların yanlışa başka bir yanlışla verdikleri cevaptı ulus toplum tasarımı.  Burjuvazi-Demokrasi-Laik kurumlar otoritesinin ilanı…

Ne gariptir ki “ulus”un varolduğuna dair olan inanç ta dinden kendi tanımlamasına göre dogmadan akıldışılıktan özgürleştiğini iddia eden ulus paradigmasının bizzat kendisi bir dogmadır. Demir Küçükaydın’ın yerinde tespitiyle: Peki nedir ulus? En demokratik biçiminde bile belli bir devletin topraklarında doğmuş olmaktır. Bu bütünüyle rastlantısal ve aslında hiçbir insani temeli olmayan seçimin neresi hangi dinden daha rasyonel ve insanidir? Örneğin kapitalizm öncesi bir uygarlık üstyapısı olan İslamiyet, insanlara bir kelimeyi şahadet getirerek Müslüman olma olanağı verirken ve bunu insanın kabulüne ve seçimine bırakırken, bu günün hududundan girilmesine karşı bin bir bariyer ören, onları elektrikli teller, mayınlar, silahlı askerler hatta uydularla, enfraruj kameralarla donatan, vatandaşlığına girilmesi ve çıkılması adeta olanaksız veya aşılmaz bürokratik engellerle dolu olan modern uygarlığın dininden daha mı az demokratik ve eşitlikçidir.”

Ulus’un kurgusallığı ve totaliterliği bir yana Modernitenin farklı yüzleri olan Kapitalist ve sosyalist yaklaşımlarında önkabul olarak kabullendikleri bir hal olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalizmin ulusların icadı sonrası Leninizm ve Stalinizm’in ulusalcılığı arasında ulus tasarımının meşruluğu konusunda zaten bir fark yoktur. Ancak Stalinist yaklaşımlara katılmayan Marksist enternasyonalistler de zaten modernitenin getirisi olan ulusları önce meşru görüp sonra bunları birleştirmeye çalışmaktadırlar. “Ulus”ların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi aslında gerçekte varolmayan bir kurgunun kendi kaderinden bahsedilmektedir. Ulusun karakteri dolayısıyla laik-seküler yaklaşım sosyalist ulus tasarımına da renk vermektedir.

Batı’nın dışına ihraç edilen ve özellikle İslam coğrafyasında pratize edilmeye çalışılan uluslaştırma çabaları ise Avrupadan çok daha vahim sonuçlar doğurmuştur. Osmanlı ve Safevi yönetimleri altında dinsel tercihlere ve iktidar tabiiyetlerine göre konumlandırılan Müslüman ve gayrimüslim kavimler’i modernitenin kalıplarında birer ulus haline getirmek için oryantalizm’in çalışmaları ortaya kondu. Oryantalizm Batı kültürünün sadece ekonomik sömürgeciliğini değil sömürülenlerin kimliklerinin de başkalaştırılması, talan edilen doğulunun sadece malının değil ruhunun da satın alınmasını hedefliyordu. Şeriati’nin Öze Dönüş’ünde altını çizdiği gibi oryantalist sömürgeci söylem Afrika ya da Okyanusya kavimlerine ilkel ve vahşi oldukları onun için medenileştirilmeleri gerektiğini telkin ederken, Medeniyet birikimine sahip Anadolu, Arap, İran gibi coğrafya insanlarına aslında ne kadar da üstün olduklarını bunun için din bağı ile değil ulus bağıyla din kardeşlerinden ayrı oldukları telkinini yapar. Böylece bir Türk kimliği üretilir. Türk kimliği için bir ortak tarih, vatan ve simgeler dizesi icad edilir. Tarihteki parça “malzemeler”den bütünsel bir “Türklük” ortaya çıkıverir. İşte bu kurgunun inşası için Türkoloji kürsüleri kurulur. Aynı şey “Arap” ulusunun ya da “Kürt”lüğün, keşfi de aynı serüvenin farklı şekilleridir. “Türkiye” vatanı’nın ve Türklüğün icadı Türk ya da Türkmenliğin olmadığı anlamına gelmez. Elbette bir kavim yani topluluk anlamında böyle bir topluluk vardır. Ancak belirleyen yukarıda belirttiğimiz kavimin ulusa insanın frenkeştayna dönüştürülmesi fıtratın kirletilmesinin sonucudur. Balibar’ın tabiriyle: "Günümüz dünyasının çelişkisi şudur: İnsanların doğaları gereği kendilerini 'evlerinde', biz bize hissedecekleri bir ulus devlet tahayyül etmek, sonra bu devleti içinde oturulamaz kılmak... Durmadan düşmanın 'içeride' olduğunu keşfederek, 'dış' düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaat oluşturmaya çalışmak... Böyle bir toplum siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir toplumdur."[1]

Ulus, parçalamış ve yıkmış olduğu dinsel birliğin enkazından da yararlanmayı bilmiştir. Fransız devrimi sonucu ortaya çıkan Kilise karşıtı Laik Cumhuriyetçilerin “Rasyonalite Dini” nin aksine örneğin Toprak ve ırk temelli ulus kurguları Hristiyanlık imgelerini kendilerine uyarladılar. Dinin cemaatini ulusa dönüştürenler Ulusun dinini de üretmiş oldular. Ulusal kiliseler ve Hristiyanlığın mevcut ulus devletteki yardımcı ama edilgen konumunun benzeri İslam coğrafyasında yaşandı. Hatta din öylesi bir edilgenliğe düşürüldü ki dinsel simge ve söylemler ulus kurgusunun tektipleştirme politikalarının malzemesi haline getirildi. Örneğin Şehitlik ulus ve vatan için savaşarak ölmeye teşmil edildi. İslam’ın hilali “Şanlı Türk Hilali”ne dönüşmüştü. Diyanet teşkilatının gördüğü işlev de malzeme üretkenliğidir. Ancak tüm bunlara rağmen ulus kimlik asla dini toplumda egemen kılmaz. Ulusun doğası gereği “amelsiz, a-sosyal  bir inanç” olarak kontrol altında tuttuğu “din”den faydalanmanın yanı sıra kurgusunu bina ettiği kavmin resmi tarihinde de dinöncesi kültürü daha önemli ve etkin olarak kabul eder. Örneğin Alman ulus kimliği Hristiyanlık öncesi Germen Ari tarihini ve paganizmini öne çıkartırken, Araplık bilinci Kur’an öncesi Arap edebiyatına Irak’ta Babil’e, Mısır’da Firavun sistemine, Türklük İslamöncesi Orta Asya tarihine ya da Anadolu’daki İslamöncesi uygarlıklara (Etiler gibi) göre üretilir. Fars kimliği Persliğe, Kürt kimliği Medler ve Zerdüştlük ile anlam kazandırılır.

Etnisite ve Irk kavramlarının da gerçekliği de tartışmalıdır. Saf bir ırk’ın mevcudiyetinin olmaması dışında ırk’ın değişkenliği ve muhayyelliği de masaya yatırılmalıdır. “Etnik” batıda öteki anlamında kullanılırken daha sonraları soya bağlı farklılıkları tanımlamaya yönelik anlam değişikliğine uğramıştır.

Bir dünya dini ve hareketi olarak Hıristiyanlık belirgin kimlik farklılıklarını silmiş, aynı zamanda belirli evrensel kimlik unsurları empoze etmiştir. Hıristiyansınız, ama Cenova’dan veya Hırvatistan’dan veya Güney Afrika’dan geliyorsunuz. Hepinizi bağlayan evrensel ve evrenselleştirici bir bağa sahipsiniz, çünkü siz Hıristiyansınız ve evrensel bir topluluğa aitsiniz. İşte bu sebeple etnisite ve milliyetçilik kiliseler için bir rakiptir. Diğer bir deyişle, kilise problemin bir parçasıdır çünkü kilisenin bir düzeyde evrenselleştirici, evrenselci, homojenleştirici bir kimliği bulunmaktayken, kilise üyelerinin mikro-kimlikleri bulunmaktadır. Mikro-kimliklerle makro kimliklerin karşılaşması, evrenselleştirici veya evrensel kimliklerin oldukça parçalanmış kimliklerle karşı karşıya olması insanlar için normal bir tecrübe olmuştur. Bugün kilisenin karşısındaki zorluklardan bir tanesi budur.

1935 yılında sosyologlar Lulian Huxley ve A. C. Haddon ırk, kültür ve ulus kavramları arasındaki karmaşıklığı çözmek için insan gruplarını tanımlamada ırk teriminin kullanılmasının bilim sözcük dağarcığından çıkarılmasını önermekte ve ırk teriminden kasıtlı olarak uzak kalarak bunun yerine etnik grup veya halk kelimelerini kullanacaklarını belirtmektedirler[2]. Micheal Banton, bu dönemlerde Birleşik Devletler’de İtalyan, İrlandalı, Polonyalı Amerikalılar ve benzer grupların (benzer grupların hangileri olduğu belirtilmemekle beraber kavramın Avrupalı göçmenlere yönelik kullanıldığı düşünülebilir) etnik azınlık olarak nitelendirildiğini yazmaktadır.[3]

Bugün Türk ulus kimliği onu inşa ettirenlerce önemsizleşmiştir. Çünkü oryantalist söylem çıkarı dairesinde kurgular ya da o kurguyu bozarak yenisini kurgular. Önemli olan Kapitalist üretim-tüketim döngüsünün devamıdır. Ümmetin olduğu bir toplum yapısında gelişemeyecek olan bu ilişkiyi tesis etmek için kurulan vatanlar şartlar gerektirdiğinde başka vatanlara dönüştürülebilirler. Türk ulusu ve Türkiye ulus devletinin yerine başka ulusların ve ulus devletlerin inşasının gerekli kılınması bunun göstergesidir. Kürdoloji kürsülerinde hazırlanan “Kürdistan Vatanı” ve “Kürt Ulusu” miti de eskiyen, işe yaramayan ulusun yerine yeni gözdenin getirilmesinden ibarettir. Müslümanlar açısından sorulması gereken soru “Biz” bilincimizi oluşturan Kur’ani ilkelerin mi yoksa modernitenin kavramlarını mı referans alıp almadığımızda yatmaktadır. Bu açıdan Ulusçuluğun gerçek anlamlarını boşaltarak yerine kendi istediği anlamları yüklediği ve maalesef galat-ı meşhur kullanımlar halinde kitlelerin zihinlerine işlediği kavramları yeniden orijinal anlamlarıyla tanımlamamız gerekmektedir. Bunların başında şüphesiz Millet ve Kavim kavramları gelmektedir. Kur’an’da tanımlanan “Millet” hiçbir cinsiyet, etnisite ya da hemşehrilik gibi iradedışı birliktelik için kullanılmamakta aksine insanların kendi özgür iradeleriyle seçtikleri-tercih ettikleri düşünce ve yaklaşımlar, inanç sistemleri etrafında toplanan insanlar bütünü için kullanılmıştır. Özellikle de İslam Ümmeti için dinsel bağ anlamında millet tabiri kullanılmıştır. Yine Kavim, Karye ve Ashab tabirleri de farklı kültür ya da özellikler taşıyan her cins grup için kullanılan genel tabirlerdir. Örneğin bir coğrafyada aynı dili konuşanlar ya da aynı mesleğe sahip insanlar birer kavimdirler. Kavim’in Türkçedeki karşılığı grup ya da birlikteliktir. Zazaca konuşanlar kavmi (grubu) olabileceği gibi hem bu kavme mensup hem de erkekler kavmine mensup insanlar bulunabilir. Hucurat Suresindeki bağlamda geçtiği üzere aynı etnisiteye sahip olsalar da Allah farklı grupları farklı kavimler yani gruplar olarak tanımlamıştır. Hucurat suresindeki konuyla ilgili bölüm   49/6 Ey o bütün iman edenler! eğer size bir fâsık bir haberle gelirse onu tahkik edin ki cehaletle bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz. Ayetiyle başlamaktadır. Burada Kavim tabirinin savaş esnasındaki gruplardan herhangi biri olduğunu görmekteyiz.  O coğrafyada dil olarak aynı dili yani Arapçayı konuşan her bir grup için kavim ifadesini kullanmaktadır. İlerleyen ayetlerde iki Müslüman grup için “taife” tabirini kullandıktan sonra Müminlerin kardeşliğinden yani biz bilincinden bahsedilmektedir. Müminlerin kardeşliğiyle ilgili ayetin takibinde farklı gruplar/kabileler halinde bulunan ve o dönem itibariyle aynı dili konuşan Müslüman kabilelerin yani grupların yani kavimlerin birbirlerine üstünlük beslememeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. “Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. 49/11-12

Siyak ve sibakta görüldüğü gibi ayetlerin genel akışı bölgede bulunan aynı dili konuşan bugünkü ulusçu tanımlamaya göre aynı ulusa ait (!) Araplar’ın her bir grubuna kavim denmektedir. Ve konu kötü niyetli kişilerin asılsız haber taşıyarak bu gruplar arasında fitne çıkarma tehlikesidir. İyice araştırma yapılması gerektiğidir. Konu kabilecilik-aşiretçilik yaklaşımının yerilmesiyle ve kimlik tanımlamasının Allah’a karşı sorumluluk bilinci anlamına gelen Taqva kavramıyla ifade edilmesiyle son bulur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için gruplara ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah herşeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır”. 49/13

Kur’an’ın kullanımında kavim herhangi bir etnisiteyi ya da dil bağını değil özellikle nüzul ortamında bölgedeki herhangi bir kabileyi-gruplaşmayı ifade etmektedir. Daha sonra Kavim kelimesinin kullanımı etnik gruplara daha sonra da daha da tahrif edilerek Ulus kimliğe eş değerde kullanılması maalesef yanlış anlamalara sebep olmaktadır. İnsanlar dünya üzerinde farklı farklı özelliklere sahiptirler ve bu farklılık bir zenginliktir, çeşitliliktir. Bu farklılıklardan birisi şüphesiz dillerin, örfler ve adetlerin çeşitliliğidir. Ancak Kavim kelimesi sadece bu anlamı barındırmaz. Nasyonalistler için yanlış biçimde kavmiyetçi tabiri kullanılırken İslamcı çevrelerde de nasyonalizme karşı İslami enternasyonalizm yani yanlış kullanımıyla; “kavimler arası İslam birliği” savunusu geliştirilmiştir. Oysa gerek sosyalistler arasında yaygın olan bu anlamda “ulus”u ön yargı olarak var kabul eden enternasyonalizm de gerek İslami çevrelerdeki önce kavimi etnisiteyle ya da ulusla eşdeğer gören bu önyargıyla enternasyonalist bir İslam kardeşliğini savunan söylemler ciddi biçimde modernitenin algı kırılmasına maruz kalmaktadırlar.

Oysa bugün a-nasyonalizm olarak  tanımlanan ve enternasyonalist algı hatasına dikkat çeken tavır fıtrata daha uygun bir yaklaşım sergilemektedir. Ulus’un kurmaca, beşeri bir tasarlama olduğuna vurgu yapan bu tavır insanın doğallığını da önemsemektedir. İslam bu açıdan bakıldığından ulus kurgusunun sanallığına karşın tüm gezegenimizde doğal etnisitelerin, örf ve adetlerin, dillerin ve renklerin her birini bir çeşitlilik, zenginlik olarak görmekte ve insanların gruplaşmalarını-kavimleşmelerini değil ancak hukukun üstünlüğünü ilahi adaletin hakemliğini ve bireysel arınmayı ölçüt kimlik olarak tanımaktadır.

Kur’an insanları kan bağı bulunmasa bile kardeşlik bağıyla ( 49/10 ) birleştirirken, imanı olmayan akraba, oğul'u vb. soydaşları aynı aileden kabul etmez. ( 11/46, 9/23, 58/22 ), farklılıkların dikkate alınacak yegane ölçütü Allah’a karşı duyulan sorumluluk bilincidir. (49/13)

Kur’an insanlar arası farklılıkları renklilik olarak görmektedir: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.” 30/22

“İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise, Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar' Hiç şüphe yok Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.” 35/28

Kavim (Qavm) kelimesini etnisite ya da ulus anlamıyla aynileştirenler yanlış bir tasavvur inşâ ettiklerinden yanlış çıkarımlar ve düşünceler de ortaya koymuşlardır. Aynı şey daha da vahim bir haliyle “Millet” terimine uygulanmıştır. Kur’an’da “Sen onların milletlerine tabi olmadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: «Her halde yol Allah yoludur.» Şanım hakkı için sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, faraza onların arzularına uyacak olsan, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur.” Bakara 2:120 görüldüğü üzere bu ayette Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam özelinde “Din/Yaşam tarzı” anlamında kullanılmıştır. Yine aynı surenin 130. ayetinde “İbrahim'in milletinden, kendine kıyandan başka kim yüz çevirir? Gerçek şu ki, Biz onu dünyada onu dünyada seçkin birisi yaptık, ahirette de hiç şüphe yok ki o iyiler arasındadır” (Bakara 2:130) denilerek İbrahim (as)’ın hayat tarzı, dünya görüşü yani Dini kastedilmektedir. Bu açıkça 135. ayetten anlaşılmaktadır: (Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanlara:) Yahudi ya da Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in Milletine (dinine) uyarız. O, müşriklerden değildi. (Bakara 2:135) Aynı kullanım Âl-i İmrân 3:95, Nisa 4:125, En’am 6:161,   Ayet de de tekrarlanmıştır. Kavim ve Millet kelimelerinin birlikte kullanıldığı aşağıdaki ayet te dikkat çekicidir:  “Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: "Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya Milletimize (dinimize) döneceksiniz" (Şuayb): İstemesek de mi? dedi.” (Ar’af 7:88) Şuayb’ın içinde yaşadığı grup (kavim) İslam milletine mensup peygamberi ve yandaşlarını, kendi dünya görüşlerine/yaşam tarzlarına yani kimliklerine-Dinlerine yani Milletlerine zorla döndürmeyle bir nev’î engizisyonla tehdit etmektedirler. Resulullah Şuayb’ın cevabı da şöyle olmuştur:

“Doğrusu Allah bizi kurtarmış iken sizin milletinize(dininize) dönecek olur isek bir yalan söyliyerek Allâha iftira etmiş imişiz demek olur, ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir, meğer ki rabbımız Allah dilemiş olsun, rabbımız her şeyi ilmiyle kuşatmış, biz Allaha dayanmışız, ey bizim rabbımız kavmimizle bizim aramızı hakk ile fetih buyur, sen fatihlerin en hayırlısısın” (Ar’af 7:89)

Yine Resulullah Yusuf şöyle demektedir:

(Yûsuf) şöyle dedi: "Size rızık olarak verilen yemek henüz size gelmezden önce bunun yorumunu size haber vermiş olurum. Bu (yorum) Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir (bu bilgileri Rabbim bana lutfetti). Ben, Allah'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin milletini (dinini) terk ettim (Yusuf 12:37)

“Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un Milletine (dinine) uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Yusuf 12:38)

Görüldüğü üzere millet kavramı din kavramına eşdeğer olarak anlamlandırılmış ve kullanılmıştır. Oysa ulusçuluk kendi kimliğini insanlara benimsetebilmenin yolunu Dini kavramların içlerini kendi cahili anlamlarıyla doldurarak, onları istismar etmekte görmüştür. “Dini kimlik” anlamına gelen Millilik dini kimliğe alternatif olarak üretilen ulus kimliğin eş adı haline getirilmiştir. Bu anlamda Kur’an’dan baktığımızda “Türk milleti” ya da “Kürt Milleti” tanımlamasının bir anlamı yoktur. Kur’an’a göre İslam milleti, Hristiyan,Yahudi, Müşrik milletleri vardır. Bu bağlamda baktığımızda Türk, Kürt ya da başka  bir dil-ırk temelli unsuru modern anlamda kullanan millet tanımlaması ulusu karşılamakta, Milli Güvenlik Kurulundan tutun da Milli bayramlara vb. kullanımlarda hep kurgusal-sahte ulusallık kastedilmektedir. Aynı şekilde “Şehitlik” te Kur’an’daki millet yani İslam idealleri uğruna mücadele ederken canıyla İslami ideallere şahitlik yapmak anlamına gelirken Ulusçuluğun istismarıyla ulus ve ulusu anlamlı kılan toprak parçası “vatan” için ölmek anlamına dönüştürülmüştür. Milli Piyango ve toprak için öldürmek-ölmek dünyasıyla  Kur’an’ın “Millet” ve “Şehitlik” kavramları arasında tam bir zıtlık mevcuttur.

Oysa Seyyid Kutub’u 20. yy. İslam düşüncesinde farklı kılan, öne çıkartan şey onun yerleri değiştirilmiş içleri boşlatılmış başka anlamlara payanda kılınmış İslami kavramları ve kimlik tanımlamalarını otantik asıllarıyla birlikte düzeltme yeniden anlamlandırma çabasıdır. İşte bu çabanın vücut bulduğu eseri “Meâlimû fit’Tariq” Yoldaki İşaretler’de Müslümanın Kimlik tasavvuru için de konumuzla ilgili önemli açılımlar getirmektedir. Bu konuda özellikle “Müslümanın milliyeti akidesidir.” başlıklı bir bölüm ayırmış ve Müslümanın kimlik tanımlamasını, biz bilincini nasıl tanımlaması gerektiğine dair yaklaşımlar sergilemiştir.

O şöyle demektedir: “İslam yeni değerler, yeni kabuller ve bunların alınacağı ölçüler getirdiği gibi insanlararası ilişkiler konusunda da yeni bir düşünce yapısı sunmuştur insanlığa. Her şeyden önce İslam insanı Rabb’ine yöneltmek: O’nun iktidarını, değer ve ölçülerinde yegane kaynak bellettirmek, varlığını ve hayatını O’ndan aldığını, insanlar arası bağlantılarında tek başvuru kaynağının o olduğunu; bütün bunların onun iradesi sonucu meydana geldiği gibi hepsinin tekrar ona döneceğini öğretmek için gelmiştir. Ayrıca insanları birbirine ve Allah’a bağlayan tek bir bağın olduğunu, bu bağ işlevini yitirince insanlarla insanlar arasında, insanlarla Allah arasında bir sevgi bağının kalmayacağını onlara anlatmak için gelmiştir İslam. Nitekim Allah şöyle diyor: “Allah ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a, Rasulü’ne düşman olanlara dostluk ettiklerini görmezsin...” (Mücadele, 58:22)

Burada Allah adına tek bir hizip vardır; kesinlikle birkaç tane olamaz. Geri kalan hiziplerin tümü şeytan ve tağutların partileridir. Şu ayette buyurulduğu gibi: “İnananlar Allah yolunda savaşırlar; kafirler ise tağutun yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostları ile savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”(Nisa, 4:76) Burada insanlar Allah’a ulaştıran tek bir yol vardır; geri kalanların hiçbirisi ulaştırmaz: “İşte benim dosdoğru yolum budur; o halde ona uyun. Başka yollara uymayınız ki, sizi O’nun yolundan ayırması...” (En’am, 6:153).

Burada tek bir “dünya düzeni” vardır: İslam nizamı; geriye kalan bütün dünya düzenleri “Cahiliyye nizamıdırlar”: “Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar iyi bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” (Maide, 5:50) Tek bir hukuk vardır burada: Allah’ın şeriatı; geriye kalanların hepsi dizginlenemeyen arzular (heva)dır. “Sonra sana katımızdan bir şeri’at (hukuk) gösterdik; ona uy; bilmeyenlerin hevasına dizginlenemeyen arzularına) uyma.” (Casiye, 45:18), Kesinlikle birkaç tane olmayan tek bir “Haké vardır; geriye kalanların tümü sapıklıktır: “Hak’tan sonra sapıklık (dalalet)tan başka ne var? Öylesi ise nasıl Hak’tan sapıklığa çevriliyorsunuz?” (Yunus, 10:32).

Bunların yanı sıra tek bir İslam ülkesi (Dar’ul-İslam) vardır; İslam devletinin kurulduğu, Allah’ın şeri’atı’nın yürürlükte olduğu, şer’i cezaların uygulandığı, Müslümanların birbirlerini veli (dost) edindiği Darü’l-İslam... Geriye kalan ülkelerin tümü “Darü’l-Harp’tir; müslümanın bu tür ülkelerle olan ilişkisi ya onlarla savaşmak ya da ahd-ü eman üzerine ateşkes anlaşması yapmaktır. Müslümanın vatanı, Allah’ın şeri’atının uygulandığı; vatan ile orada yaşayan insanlar arasında Allah!’a bağlılık temeline dayalı ilişkilerin olduğu yerdir. Bu vatanın tanımı dışındaki ülkelerden hiçbirisi Müslümanın vatanı olamaz.

“Dar’ül-İslam”da, Müslümanı “İslam Ümmeti”nin bir üyesi yapan inanç,(akide) biçiminden başka bir uyruğu, bir milliyetçilik anlayışı kesinlikle yoktur. Allah’a inanma temeline dayanmayan hiçbir yakınlık türü yoktur Müslümanın. Yabancı insanlar şöyle dursun Müslümanın kendisi ve neseben ailesi ile olan akrabalık bağlarının da bu temele (Allah’a inanma temeline) dayalı olması gerekir. Birinci derecede önemli bu bağ ‘yaratıcı’ya bağlılık temeline dayanmıyorsa, Müslümanın neseben ilişkisi olan babası, anası, kardeşi, eşi ve akrabaları ile dinen bir yakınlığı yoktur. Kur’an şu açıklamayı yapıyor:

“Ey insanlar sizi bir tek candan yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadın üreten Rabb’inizden korkun; adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının...” (Nisa, 4:1)  Kaldı ki bu ayetler ebeveyn ile çocukları arasında inanç muhalefeti olsa bile, ana baba Müslümanların düşmanlarının cephesinde yer almadıkları sürece, medeni ölçüler dahilinde ilişkilerini sürdürmelerine engel değildir. Aralarında akide bağı olduğu zaman –başka bağlara gerek yok- bütün mü’minler kardeştir. Çünkü “Ancak mü’minler kardeştir” ilkesi bu prensibi kesin bir yapıya kavuşturmuştur. Öte yandan şu ayette de aynı konu vurgulanmaktadır: “Onlar ki inandılar, hicret ettiler mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad ettiler. Onlar ki inandılar ülkelerine hicret edenleri barındırıp onlara yardım ettiler. İşte onlar birbirlerinin velisidirler.” (Enfal, 8:72) bu öylesine bir velayettir ki, birbirini izleyen kuşaktan kuşağa geçer, bu ümmetin başlangıcı ile sonunu birbirine bağlar; sonunu, başlangıcına bağlar, sevgi ile, dostlukla içtenlikle... İşte şu ayetler bu konuya ışık tutuyor:

“Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşen, imana sarılanlar (ensar), kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilen ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç eğilimi duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi hicret eden kardeşlerini öz canlarına tercih ederler. Kim nefsin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir.”“Onlardan sonra gelenler de derler ki:” Rabb’imiz, bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabb’imiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin. (Haşr, 59: 9-10)

İlk dönem iman kervanı inanan ümmete sunulan ilahi yaşama biçimini benimseyince, birinci derecede önemli olan akide bağının kopması sonucu akide farklılığı ortaya çıkmıştı. Bu nedenle aynı çatının altındaki aileler ayrılmış, aynı aşiretin üyeleri bölünmüştü. Bu seçkin mü’minlerin nitelikleri hakkında yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Allah onların kalplerine iman yazmış ve onları kendilerinden bir ruh ile (Kur’an’la) desteklemiştir. Onları, içinde ırmaklar akan cennetlere sokacaktır ve orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da ondan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın hizbindendir; kuşkusuz başarıya ulaşacak olanlar yalnızca Allah’ın hizbidir.” (Mücadele, 58:22)

İslam, ne sadece sözle ifade edilen bir kelime (kavram) ne de İslami bir etiket ve unvan takınan insanların doğup yaşadığı bölgedir. Kişinin Müslüman olan bir ana-babasının ocağında doğup onlardan tevarüs yoluyla edindiği bir miras da değildir İslam. Allah şöyle buyuruyor: “Hayır, Rabb’in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme, içlerinden bir burukluk duymadan, tamamen teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisa, 4:65)

Vatan nedir: İslam’a göre vatan akidenin hakim olduğu, Allah’ın koyduğu şeri’at ve hayat biçiminin uygulandığı herhangi bir bölgedir. Zira insana yaraşan vatan kavrama da ancak budur. Cinsiyet (uyruk) nedir: cinsiyet inanç (akide) ve yaşama biçimidir. İşte insanoğluna yakışan insanları birbirine bağlayan bağlar sadece bunlardır. Gerçek anlamada Allah’ın seçip çıkardığı ümmetinin nitelikleri, aralarındaki ülke, dil, renk, etnik köken farklılıkları olmasına rağmen hepsi bir araya gelerek topyekün Allah’ın sancağı altında toplanan “İslam Ümmeti”dir. Kur’an onlar hakkında şöyle diyor: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz: ma’rufu emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız...” (Al-i İmran, 3:110) O eşine benzerine tarihte rastlanmayan ilk topluluk arasında bakın kimler vardı ve hangi etnik kökeni taşıyorlardı: Ebubekir Arap asıllı, Bilal, Habeşli; Suheyb, Yunan asıllı; Selman Fars İran asıllı... bunların hepsi farklı iklimlerin, farklı ulusların insanları olmalarına rağmen hepsi birbiri ile en samimi kardeş olmuşlardır. Bu olağanüstü uygulama, onlardan sonra da nesiller boyu devam etti. Bu ümmette uyruk ,inanç; ülke, “Darü’l-İslam”dır. Hakimiyet yalnızca Allah’a özgü bir olgudur; anayasa ise Kur’an’dır.”

Seyyid Kutub’un yukarıda alıntıladığımız ve çok net ifade ettiği Kur’an’ın muhkem perspektifinin dönüştürücü etkisi dolayısıyladır ki; bir çok Müslüman bu bakışla yeniden Kur’an’a dönüş çabası içine girmişler, yaşamlarında büyük dönüşümler yaşamışlardır. Devrin Sosyalist Ulusal kahramanı(!) Nâsır’ın “Yoldaki İşaretler” kitabını okuyup derhal Seyyid Kutub’u idam sehpasına yollamasının ardında da işte bu and içilen kalem’in yani tasavvur inşasının taşıdığı potansiyel tehlikesi yatmaktadır. Ümmetin Kur’an’ın Furkanlığında yeniden inşâsının yolu Kur’an kavramlarıyla yeniden ortak Kur’an dilinin ve zihninin müslümanlar arasında kurulmasından geçmektedir.

Kürdoloji Çalışmaları

Kürdoloji alanında yapılan ilk kapsamlı çalışma 1787'de "Kürt Dili Grameri ve Sözlüğü" eserini yayınlayan İtalyan Maurizio Garzoni'dir. Bu eserde yaklaşık 4.600 kelime yer almaktadır. Kürtçe üzerine ilk bilgilerin yer aldığı başka bir çalışma da Rusya’dan P. S. Pallas da"Tüm Diller ve Lehçelerin Karşılaştırmalı Sözlüğü" çalışmasını yayınlar. Ayrıca 1880 yılında F. Justi "Kürtçe Grameri" adlı çalışmasını Petersburg'da yayınlar. İtalyan, Alessandro Coletti (1925-1985) "Kürt Dili ve Grameri Sözlüğü" adını verdiği çalışmasının ilk cildini Kürtçe gramerine ve ikinci cildin ikinci bölümünü de Kürtçe-İtalyanca sözlüğe ayırmıştır. Kürtçe üzerine çalışmalar yapan Alman bilim-insanlarının birkaçının adlarını zikretmemiz yerinde olacaktır: E. Rödiger, A. F. Pott, Theodor Nöldeke, Albert Socin, Ferdinand Justi, Oscar Man ve Karl Hedank. Soane 1913 yılında Londra'da "Kurmanci veya Kürt Dili Grameri" çalışmasını ve 1919 yılında da Bağdat'ta "Temel Kurmanci Grameri" adlı çalışmalarını yayınlar. Yine İngiliz C. J. Edmonds da Tevfik Vehbi ile birlikte "Kürtçe-İngilizce Sözlük" çalışmasını yapar. 1957 yılında "Kuzey ve Merkezi Kürtçeye Lehçebilimsel Bir Bakış" adı altında doktorasını yapan dilbilimci David Neil Mackenzie, sonraları bu çalışmasını iki cilt halinde "Kürtçe Lehçesel İncelemeler" adıyla yayınlar. Bu çalışmaların temelinde Kirmanç dilinin homojen modern bir ulus diline bugünkü modern “Kürtçe”ye dönüştürülme amacı yatmaktadır. Bunun için de Standart Kürtçe olarak belirlenen Kirmançça’nın geliştirilmesi hedeflenmiştir. 

Avusturyalı profesör Freidrich Müller (1843-1898) "Kürt Dilinin Kurmanci Lehçesi" ve "Kürt Dilinin Zazaca Lehçesi" adlı çalışmalarını yayınlar. Viyanalı Hugo Makas dilbilimsel çalışmalar yapmış olup "Kürtçe Metinler-Kurmanci Lehçesinde" adlı bir eser yayınlamıştır. Bunlardan başka, "Kürtçe-Fransızca Sözlük"ün yazarı A. Jaba'yı da unutmamak gerekir. Amerika'da, Kürt dili üzerine yapılan ilk dilbilimsel çalışmalar misyoner S. A. Rhea tarafından yapıldı. 1851-1865 yılları arasında Hakkari yöresine yerleşmiş olan Rhea, burada Kürtçeyi öğrenmiş ve sonradan Kürtçe gramerini yayınlamış. Rhea bununla yetinmemiş ve 1.600 kelimelik Kürtçe-İngilizce sözlüğü de çalışmasının sonuna eklemiştir.

Yerli Kürdologlar

Kuzey Irak’ta dilbilimsel çalışmalar genellikle Soranice üzerine yapılmıştır. Bu lehçe üzerinde ilk kez Tevfik Vehbi'nin (1891-1984) çalışmaları olmuştur. Vehbi 1926 yılında "Kürtçe Dilbilgisi" adlı çalışmasını yayınlar. Giw Mukriyani de 1950 yılında "Rehber, Arapça-Kürtçe Sözlük"ü ve 1955 yılında da "Kürtçe-Farsça Arapça-Fransızca Sözlük"ünü yayınladı. M. Xal da "Xal Sözlüğü" adlı çalışmasını Kürtçe-Kürtçe yayınladı. Nuri Ali Emini de dilbilgisi kitabını 1956 ve 1960 yılında Bağdat ve Süleymaniye'de yayınladı. İstanbul'da kümelenen Kürt aydınları arasında Kürtçe üzerine tartışmaların yaşandığından ve Arap harflerinin Kürtçe'ye uymadığı, Kürtçe için yeni bir alfabeye gereksinim olduğunu ileri süren aydınlardan Xelil Xeyali, Abdullah Cevdet, Salih Bedirxan, Celadet Bedirxan, Kamuran Bedirxan, Reşide Kürt, Osman Sebri, Kemal Badıllı, Feqe Huseyn Sağnıç ve Tori. Abdullah Cevdet gibi ateşli bir batıcının Kürtçeye bu denli ilgi duymasının sebebi neydi acaba? İttihat ve Terakki'nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Cevdet, dine karşı yürütülen savaşın Türkiye'deki ilk öncülerinden biriydi. Toplumu dinden koparmak için kapsamlı bir "dünya görüşü" oluşturmuştu. Ona göre, modern uygarlığın temeli din dışı bir kültüre dayanmalıydı. İslam ise, sözde "ilerlemeye engel olduğu" için toplumsal yaşamın tümüyle dışına çıkarılmalıydı. Abdullah Cevdet Fransız materyalistlerin görüşlerini incelerken Fransız yazar Gustave Le Bon'un etkisinde kaldı. Le Bon'un fikirleri doğrultusunda geliştirdiği "Türk ırkının damızlık erkek yolu ile ıslah edilmesi projesi" ise onu tekrar ülke gündemine getirdi. İşte aynı Abdullah Cevdet her nedense kürdoloji çalışmalarında da yer alıyordu.

Şimdi tıpkı modern Türkoloji çalışmalarında olduğu gibi eski ümmet-dini tabiiyet bağlarından bağımsız biçimde üretilen sun’i kültür alfabesini de bir “Dil Devrimi” ile gerçekleştirmeye çalışacaktı. Kemalist devlet gücüyle daha sistematik biçimde kendi ulusunu “kurgulayan” Türk harf inkılabının benzeri bir gelişme olarak Kürt harf inkılabı-dil devrimi gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Bin yıllık alfabe uymaz olmuş Kürtlere özel batı merkezli ulusal bir alfabe aranır olmuştu.  

Genel olarak İslam öncesi Kirmanç, Zaza, Sorani ve Goraniler aynı dil ailesine mensup Loriler, Farsiler vb. gruplar gibi Eski Pehlevi alfabesini kullanmışlardır.  İslamiyetten sonra tüm İran ve Mezopotamya havzasında Arap alfabesinin kullanımı yaygınlaştı. Bölge klasik edebiyatına ait eserlerin büyük çoğunluğu bu alfabeyle yazılmıştır. Ancak 19. yüzyılın sonlarında 32 harfli olan Osmanlı alfabesinin Kürtçedeki sesleri karşılamada yetersiz kaldığını vurgulayan ulusalcı Salix Bedirxan 8 harf ekleyerek, 40 harfli bir alfabe yaptı. Bu alfabeyle Roji Kurd'de birkaç yazı yayınlanmıştır. Yazılı olarak ilk kez Abdullah Cevdet "Roji Kurd" dergisinde Arap alfabesinin Kürtçeye uymadığını ve kendi alfabelerini değiştirmeleri gerektiğini işaret ediyor. Kemal Badıllı'ya göre o dönem Kürt aydınları Latin alfabesine yakın bir Kürt alfabesi üzerinde çalışmış, fakat I. Dünya Savaşı nedeniyle bu alfabe hazırlanamamıştır.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde Ermeni asıllı Hakop Xaraziyan 1921 yılında Ermeni alfabesini Kürtçeye uyarladı. Bu alfabe "Şems" adıyla bilinir. Aynı dönemde Asuri asıllı İshak Morogulor tarafından Kürt Latin alfabesi hazırlandı ve 1930 yılında Kürtlerin en uzun süreli yayını olan "Riya Teze" gazetesinde kullanılmaya başlandı. 1944 yılında Rus merkezi hükümetinin dayatmasıyla bu alfabenin kullanılması durduruldu ve Heciye Cindi başkanlığında bir komisyon oluşturularak Kiril alfabesi Kürtçeye uyarlandı. Günümüzde modern Kürtlüğün ortak alfabesi olarak takdim edilen Kürt Latin alfabesi 1932 yılında Celadet Bedirxan tarafından ilk kez 'Hawar' dergisinde kullanılmıştır. Ancak Celadet Bedirxan bu alfabe üzerinde çalışmalarına 1919 yılında başlamıştır. C. Bedirxan, Fransız ve Türk Latin alfabelerinden de esinlenerek alfabesine son şekli vermiştir. Kürdoloji çalışmaları başlangıçta Kürtçe’nin Kirmançça’nın diğer adı olduğu gerçeğinden hareketle Kürt ulus dilinin Kirmançça merkezinde inşa edilmesine dayanmaktadır. “Grammar of the Kurmanji or Kurdish Language” (E.B. SOANE, 290 pages, London 1913) isimli oryantalist çalışma buna örnek gösterilebilir.

Bugün Kirmanç, Zaza, Sorani ve Gorani unsurlarını homojen ortak bir payda olarak Kürt ulusu çatısı altında birleştirmeye onlara ait özel bir dil özel bir alfabe ve özel bir “biz” bilinci kazandırmak için gerek PKK sol-ulusalcı söylemiyle gerek Hakpar gibi sağ-muhafazakar söylemiyle gerekse KDP-KYB gibi Laik muhafazakar söylemiyle aynı Kürt Ulusalcılığını dillendirmektedirler. İşte bu Avrupa destekli modern toplum projesinin bugünkü çalışmaları zaten Türkçülük, Arabizm ve Pers ulusacılıklarıyla yaralanmış ortak Müslüman kimliğinin daha da bölünmesi daha da atomize edilerek Müslümanların sekülerleştirilmesini doğurmaktadır.

Örneğin PKK Söyleminin legal temsilcilerinden olan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi her yıl düzenlediği Kültür Festivali etkinlikleri çerçevesinde geçtiğimiz yıllarda oldukça önemli bir konferans gerçekleştirildi.  Konferans farklı coğrafyalardan gelen Kürt milliyetçilerinin Uluslaşma sürecine nasıl hız verilebileceğine dair yapılmıştı.  Kürt dilinin sorunları başlığı altında şu konular işlendi:

Ortak Alfabe

Kürtçe olarak tanımlanan Ulusal dilin çok lehçeli oluşu (Kurmanci, Sorani, Gorani ve Zazaki) ve bu lehçelerin de kendi aralarında farklı ağızları olması, Kürt dilinin karşı karşıya bulunduğu bir diğer sorunu teşkil ediyordu. Çünkü ulsal dil tüm Kürtler arsında aynı olmalı ve bu aynı dil vesilesiyle kürt ulusunu bir arada tutabilmeliydi oysa farklı lehçe denen ama aslında farklı iletişim araçları yani diller olan Kirmançça, Soranice Goranice ve Zazaca’nın Kirmançça çatısı altında doğal-fıtri farklılıklarının ortadan kaldırılması gerekiyordu.

Peki bu soruna karşı ne yapılmalıydı?

* Kürtçe lehçeleri arasındaki ilişkinin güçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalı ve bu  lehçelerde yayınlanan eserler yakından takip edilmeli

* Kürt dili ve edebiyatı ile ilgili ortak imla kuralları ve ortak bir terminoloji geliştirilmeli,

* Kürt dili ve edebiyatı ile ilgili olan kurumlar (enstitü, üniversite...) ortak bir program geliştirmeli,

* Yazar ve edebiyatçıların yerel ağızlarla yazmak yerine yazım diline yönelmeleriydi.

Yukarıdaki tablo açıkça doğal-fıtri seyrinde yaşayan insani anlamda herhangi bir ayrışmayı barındırmayan farklılıkları belirli kalıplarla “farklı” kılarak İradi bir kimlik seçiminden ziyade ırk ya da dil’e dayalı bir kimlik seçimine insanları yönlendiren bir yaklaşım tarzını yansıtmaktadır. İslami Kimlik böylesi sun’i ortaklaştırma-aynileştirme ve ümmeti atomize etme girişimlerine müsade etmez. Ancak ulus kimliği meşru gören yaklaşımlar bu itirazı da doğal ve korunması gereken renkler ve dilleri yok saymak olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa İslami kimlik bahsini ettiğimiz tüm fıtri özellikleri korur ve savunur. Muvahhidlerin imanlarının gereği olarak itiraz ettikleri şey ise İslami kimliği Ulus kimlikle değiştirmek ya da sentezleme gibi cahilî çabalardır. Aynı tavrı muvahhidler tarih içinde İsrailiyat’a da göstermiştir. İsrailiyat’a gösterilen tavır muhtediliğe gösterilmemiştir. Çünkü biri kimlik değişimiyken diğeri doğal bir durumdur. Bugün emperyal güçlerin üzerinde en çok kafa yordukları şey her zamanki çıkarlarından daha da hayati hale gelen coğrafya medeniyetlerin beşiği ve İslam kültürünün kalbi olan İstanbulla başlayıp Yemende biten coğrafydır. Bu coğrafya üzerinde bulunan geleneksel Müslüman gruplar’ın Kur’an’la ve onun diriltici, bilinçlendirici mesajıyla  buluşmamaları için ellerinden geleni yapan “Küfür milleti” Müslümanları “İslam Milleti” yapmamak için hgem teoride hem de pratikte onların zihinlerini parçalamış, kavramlarını çalmıştır. Emperyalizm kendi gitmiş adı kalmış olan hilafet dönemini ulus kimlikler dağıtmış, Türk-Kürt-Fars-Arab-Peştun vb. kimlik/millet yani dinlere bölüştürmüştür. Arap ulus kimliğine pay biçtiği kavimleri-grupları da aşiret-mal ve mevki ile bölüştürmüş ve bölgedeki işbirlikçi Arap diktatörlüklerini ihdas etmiştir. Millet-i Küfr, Afganistan’da geçtiğimiz son 20 yıl içinde kanlı aşiret-iktidar savaşlarını sadece izleyerek dahi bölgeyi kontrol altında tutmaktadır.  İşte böylesi bir durumda en başat aktör olarak seçilen Kirmançça, Zazaca vb. diller konuşan yukarı Mezopotamya’nın Müslüman  yerlilerinin uluslaştırılma süreciyle karşılaşyoruz. Haksöz dergisinde yayınlanan “Müslümanların Kürtlerle İmtihanı” başlıklı yazının anımsattığı bir gerçekle karşılaşıyoruz: “Kürtlerin İslam’la İmtihanı” Müslümanları Kürtlerle (?) imtihan ettirmeye elzem gören yaklaşım sahiplerinin tüm Müslümanların özellikle aidiyet ve dünya görüşü açısından “İslam”la imtihan olunduğumuzu, bırakınız cahili ideoloji mensupları arasında, kendini muvahhid olarak tanımlayan Müslümanlar arasında dahi Kur’an’a aykırı “biz” ve “siz” tanımlamaları yapılabilmekte olduğuna şahit olabilmektedyiz. Hatta üzüntü verici şekilde “biz Kürt müslümanlar ve Kürdistan vatanımız” ve “siz Türk Müslümanlar ve Türkiye vatanınız” gibi tanımlamalar yapılabilmektedir.

[1] Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein, “Irk Ulus Sınıf, Belirsiz Kimlikler” Metis Yay. 1993 

[2] Micheal Banton. , “Ethnic Conflict”, Sociology, vlm.: 34, sayı: 3. 2000’den naklen Etnisite Kuramları Ve Eleştirisi Meral Öztoprak Sağır H. Serkan Akıllı, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2004, Cilt : 28, No:1,  ss. 1-22.

[3] Micheal Banton, a.g.m.

Bülent Şahin Erdeğer 



__________________
HAKİKATİ NERDE BULURSAN AL..
Yukarı dön Göster ebuzer's Profil Diğer Mesajlarını Ara: ebuzer
 
adalet
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 02 ekim 2006
Gönderilenler: 1195
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı adalet

                            Tercüme çocuğu

ŞÜPHE mi var, yaşadığımız postmodern zamanların çocuğu olan "ulusalcılık" tabii ki Batı kökenlidir.

Dolayısıyla da, bu kesimin zehir zıkkım Batı düşmanlığı ve nefreti, civciv yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş misáli, aslını inkár etmekten başka bir şey değildir.

Zaten, geçmişin modern zamanlarında oluşan ve yukarıdakinin çok daha derli toplu bir temel varyantına tekabül eden milliyetçilik de aynı Batı mührünü taşır.

İlkin, látifeyle karışık olarak bir parantez açmak istiyorum.

* * *

ŞİMDİ pek kullanılmıyor ama eskiden Fransızcada heláya, han veya otel odalarındaki farklılığını vurgulamak için, "numarasız" anlamında "sans numero" denirdi.

Buradaki "sans" sözcüğü "san" diye teláffuz edilir ve "sız" takısını yansıtır.

Aynı teláffuzlu fakat "cent" imlálı kelime ise "yüz" rakkamını ifade eder.

Ve işte, Türkçede "yüz numara" memişhaneyi tanımlıyorsa bunun kökeni, aslının kaynaklandığı Voltaire lisanında birbirleriyle hiç ilintisi olmayan iki "san"ı karıştırıp, başka bir dilde eşi emsáli bulunmayan diğer bir hilkát garibesini yaratmış olmaktan kaynaklanır.

Karikatürel ölçekteki böyle bir yanlış çok mu önem taşıyor?

* * *

EVET çok önem taşıyor!

Hele hele, siyasi, felsefi ve zihni terminoloji açısından sonsuz önem taşıyor.

Çünkü, "şeyler"i ancak doğru ifade ettiğimiz oranda doğru düşünebiliriz.

Bunun tersi de aynen geçerlidir.

Yani, "şeyler"i doğru düşündüğümüz oranda onları doğru tanımlayabiliriz.

İkisi birbirlerinden asla ayrılamaz. Asla soyutlanamaz. Asla farklılaştırılamaz.

Dolayısıyla da, eğer bir düşünce sistematiğine veya bir fikir silsilesine tümüyle yabancıysak, heládaki pratik yanlışı bu kez muazzam bir teorik yanlış olarak tekrarlarız.

* * *

NİTEKİM öyle yaptık ve modern "millet" bize sonsuz yabancı olduğu içindir ki, "milletçilik" anlamına gelen 19. Yüzyıl ideolojisini tamamen yanlış tercüme ettik.

Türkçede yoktan bir var yarattık ve "milliyetçilik" kavramının "mucidi" (!) olduk.

Oysa, ayrıntısına girmiyorum, "millet" başka; "milliyet" ise bambaşka bir şeydir.

Daha çağrışım anından itibaren birincisi kapsayıcı, ikincisi dışlayıcıdır.

İlki yurttaş kimliğini, diğeri ise hukuk hanesi yansıtır.

Ve, bu dehşet yanlış; bu muazzam háta; bu korkunç "basiret bağlanması" (!), helá konusundaki gibi imlá - teláffuz ikilemli bir tercüme atmasyonundan kaynaklamadı.

Çok daha vahimi, bütün bir ideolojik şemanın çarpık algılanmasından kaynaklandı.

Hattá öteye gitmek gerekiyor, onun nalıncı keseriyle yontulmasından kaynaklandı.

* * *

VE kim ki bir şeyi çarpık, yamuk ve defolu algılar, yarım yamalak öğrendiği o şeyi sonsuz defa daha çarpık, daha fazla yamuk ve daha defolu olarak kendisi üretir.

"Mûcid"i (!) olduğu tanımlamayı ezberletir ve bunu bir ideoloji olarak empoze eder.

İşte, modern zamanlar "milletçilik"i en baştan itibaren Türkçede; dolayısıyla o lisanı kullanan Türkiye'de "milliyetçilik" olarak anlaşıldığı, yorumlandığı ve oluşturulduğu içindir ki, bugünün postmodern zamanlarında da "ulusalcılık" diye bir kavram doğdu.

Bu hastalıklı çocuğu yarın da inceleyeceğim.




__________________
"Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
Yukarı dön Göster adalet's Profil Diğer Mesajlarını Ara: adalet
 

<< Önceki Sayfa Sonraki >>
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats